Son günlerde bu soruya takılıp kaldım. Öyledir; her şeyin bugünkü gibi keskinleştiği dönemler meselelerin özüne doğru sorulara götürüyor bizi. “İnsan neden yazar?” örneğin. Nasıl, ne zaman, ne için, kim için yazar? veya “İnsan ne için yaşar?” sorusuna kadar yolu var bunun.
Ben, insanların en acıktıkları edinimin bilgi, en güçlü istemin özgürlük olduğu uygar bir ülke düşledim, ömrüm boyunca.
Olmadı, olmadı. Düşlerim gerçekleşmedi, özlediğime bir türlü kavuşamadım.
Oysa karınca kararınca epeyce uğraştım, didindim; 32 harfi milyonlarca kez yan yana dizerek düşümdeki ülkenin harcına kum taneleri taşıdım.
Dile kolay, kırk yıldır (Fransızca/Türkçe) yazıyor, yazıyor, yazıyorum.
Ne para, ne makam, ne mevki. Hiç bir kişisel hırs duygularımı yansıtmıyor. Canım Türkiye’min karanlık bir tünelde kalmasına (uzaktan) izleyici kalmak istemiyorum. Geçmişim sosyal demokrat bir adam mım ben. Okuryazarlığı omayan, çifçilik yapan fakir köylü bir ailenin çocuğuyum. Çocukluğumda okula başlarkan ilk defa ayakkabı gördüm, çorabı gördüm. Daima mazlum milletimin, vatanımın yanında durdum. Bu hislerle kimlik siyasetini merkezine alan tüm siyasi partiler ile ilişkilerimi belli bir mesafeye koymaya çoktan karar verdim. Sadece hakikat ve doğruluk arayışının sorumluluğum olduğunu düşünüyorum. Nerede ezilenler varsa… Nerede zulme, haksızlığa, mağdurluğa uğrayan varsa… Nerede demokrasi varsa… Nerede hukuk varsa… Nerede özgürlük varsa… Nerede bağımsız yargı varsa… Nerede insanca yaşam özlemi varsa… Nerede eleştiri hakkı varsa… Safım oradadır diyorum. Ve yazıyorum.
YAZMAK
Ülkeden uzak yaşanan zamanın dar yollarında bazen sesi kesilir insanın. Bu durumda bir yazıya sığınırız çoğu kere. Kalpler arasındaki soğuk mesafeleri eritip ısıtan ateş olur kelimeler. Duygu ve düşünceleri söze bürüyerek birbirine bitiştiren, kaynaştıran mayadır kelimeler. Söze bir keyfiyet, bir mana, bir ahlak elbisesi giydirir insan. Kelimeler de insanlar gibidir zaten. Kelimenin de bir ahlakı vardır. Her söz kendi tabiatına ve fıtratına uygun bir şekilde kendini açığa vurur. Kelimeyi doğru inşa etmek gerekir. Kelimeye sevgi, şefkat ve ahlak kazandırmayı başaran, sonu gelmez bir sevinci yaşar.
Kelâm/kelime, hayatımızla doğru ilişkili. Hayatlar ne kadar şahsiyetliyse kelime de aynı ölçüde şahsiyetlidir. Kelimelerimiz kalbe işliyor mu?; başı dik, alnı açık mı? Sözümüz kalbe işlemiyor, alnı açık, başı dik değilse biz öyle olmadığımız içindir. İnsanın hayatı bir tezekkiye (temize çıkarmak), arılaşmaya ve berraklığa yönelmişse kelime de en güzeliyle nasibini alır ondan. Söz hayat bulur, gönlü ulaşır. İnsanla hemhal olan söz kalbe nüfuz eder, hikmete dönüşür. Kalp kelimeye yürür ve onu fetheder. Bunu yapabiliyorsa dilden dökülen de yazıya işlenen de aynı şekilde değerli olacaktır.
Kelime tüm anlamlarıyla, ahlakı, estetiği ile bilinir; onlarla bütünleşir. İnsan, sözü damıttıkça onu kendisine dönüştürür. Kelimenin içindeki insana ulaşmanız gerekecek çünkü. Buna ulaşılabilirse dilden dökülen de yazıya işlenen de aynı şekilde değerli olacaktır. Kelime güller gibi kendi köklerinden doğar. Geleceğe köprü kuran, zamanın ruhunu, rengini insana fısıldayan, sözü güçlü kılan, insanı yontan, zamanı inşa eden o estetik ruhtur. Söz bir incelikle kıymet kazanır, kelimenin letafetle işlenmesiyle…
Vakti geldiğinde kelimeler de sözler de ertelenmez. Hakkı elinden alınmış, hakkı teslim edilmeyen, haksızlığa uğrayan her şey gibi ertelenen kelimeler de sözler de yorar. Bizi yormakla kalmaz, kendileri de yorulur, eskir ve köhne bir hal alır. Ertelenen sözlerin kazası olmadığı gibi ‘farz-ı kifayesi’ (yapması gerekmeyen farz) de yoktur. Yazdıklarımız için de bunu söylemek mümkün. Yazmanız gereken bir meseleyi erteliyorsanız eğer o size zarar verir. Oysa söylenmesi gereken şey söylenir. Kelimeler okunur. Kelimeler yazılır.
Yazmak, düşünmek, gerçeklik karşısında bir zihni tavırdır. Diğer deyişle bir kültürden söz ediyoruz… Bunaltı, kötümserlik, umutsuzluk, öznellik gibi varoluşçuluğa özgü belli başlı temalar genelde boş vermişliği ve hareketsizliği çağrıştırır gibi görülür. Ama görünen köy bal gibi kılavuz ister. Köyü sadece görerek tanımak istiyorsanız zaten boş verip hareketsizliği yeğlemişsinizdir. Ama köye adım atıp orada yaşamayı seçerseniz hiçbir şeyin görüldüğü gibi olmadığını fark edersiniz. Fark etmek istiyor musunuz? Yoksa fark etmeden yaşamayı mı yeğliyorsunuz? Seçim sizin.
YAZARIN SORUMLULUĞU
Fark edip yaşadığınızda söylemek istediğiniz sözleri yazıya dönüştürürken size yol gösteren bir yol haritanız var. Harita “anlamak, yorumlamak yeterli değildir asıl olan onu değiştirmektir” diyor. Bir şey daha söylüyor pusula; “insan bu gelişmenin nesnesi değil öznesi, aktörü olabilir, yabancılaşma denilen ayak bağından kurtulabilir.” Burada “İnsanın toplumsal ve kişisel durumunu değiştirmek isteyenlerin yanındayız” diyen Jean Paul Sartre’ın yabancılaşma kavramı üzerinde şu şöylemini hatırlayalım:
“Günümüzde, insanlardan çok nesnelerin sesi duyulmaktadır. İnsan şeylerin arasında sıkışıp kalmış ŞEY olarak yaşamına devam etmektedir. İnsan kendi amacını unutmuş, araçların amaçları arasında sıkışıp kalmış bir varlıktır. İnsanın sahip olduğu değerlerin içleri boşaltılmıştır. Günümüzde amaç-araç ilişkisi, karıştırılmaktadır. İnsanın başarıları, onu ortaya koyan insan kavramı unutularak ele alınmaktadır. Sorumluluk kavramı nesneye yüklenemez, insana aittir. Ana amaç ekonomi veya teknoloji değil, insanın kendisi olmalıdır. İnsanın benliğinden uzaklaşması, onun yabancılaşmasıdır.”
“Varlık ve Hiçlik” felsefesini ilk kez ortaya koyan Jean-Paul Sartre, her çağda yazarın/çizerin sorumluluğundan söz ederken “adını koymanın” gücünden de söz eder. Bu bir mesuliyettir. Çağın hakikatlerini görmek, şahit olduğunu anlatmak, adını koymak bir güçtür, bir sorumluluktur.
Belki de ülkemizdeki yazar, aydın ve bilim insanlarının ihtiyacı olan ilk şey, İspanya iç savaşı sırasında Salamanca Üniversitesi’nin rektörü Miguel de Unamuno’nun şu söyledikleridir:
“Bazı durumlar vardır ki, orada susmak, yalan söylemektir. Zira sükût, ikrar olarak yorumlanabilir. Bugüne kadar içimde daima birbiri ile tutarlı bir uyum içinde yaşayagelen sözüm ile vicdanım arasında bir boşanmaya asla izin veremem.”
KURŞUNKALEM TUTKUMUZ
Nobel Edebiyat Ödüllü ABD’li yazar John Steinbeck’in “Mektuplarda Bir Yaşam”ı (Sel Yayımcılık, 2018), edindiğim geçen yılın son kitabının önsözünde, çekingen biri olduğu için telefonla konuşmayı beceremediğinden söz ediliyor. Sabah uyanır uyanmaz mektup yazmaya koyuluyor; dünyanın geçirdiği değişim, savaşlar ve politik gelişmeler karşısında takındığı tutumu, tüm ilişki içinde olduğu insanlara iştahla yazıyor.
Kurşunkalem tutkumuz benzer Steinbeck’le. Kalemlerinin ucunu yontarak güne başlaması sevimli alışkanlık… Ben de, yıllar önce memlekette geçirdiğim tatil sürecinde kendime büyük bir açacak aldım. Kolu çevirmeyi, kalemin ucundan düşen parçaları izlemeyi ve sonunda sivrilmiş uçla karşılaşmayı seviyorum.
Yazmanın benim için en cazip yönünün bu olduğunu düşünüyorum. Hayatın akışına bakıyorum. Yıllardır Anayurdumda olup bitenleri binlerce kilometre uzaktan (Fransa’dan) kaygıyla izliyorum. Kötülük, insanların şaşırma ve hayret etme duygularının yok edecek kadar, inanılmaz bir hızla yol alırken tek direnç noktası olan “Artık, bundan daha beteri olmaz” duygusu içinde, memleketimin insanlarına çıkan ağır faturası karşısında sınırsız bir acı duyuyorum. Halkıma, yurduma, tarihe ve dünyaya borçlu olma duygusu içinde, biraz olsun rahatlatabilmek ve ülkemin çılgın gidişatını belki biraz frenleyebilmek umuduyla bir şeyler yazmaya çalışıyorum. Bunu yaparken de Amerika roman yazarı, şair ve senarist Paul Auster’in şu sözünü hep anımsıyorum:
“İş işten geçmeden konuş şimdi. Ve söyleyecek hiçbir şey kalmayıncaya kadar da konuşabilme umudunu taşı.”