Tarih bazı toplumların manipüle edip ön yargılı davranışlar sergilemesi sonucu utanç duyduğu dönemlerden söz eder. Bunlardan biri de Fransız toplumunun 19’uncu yüzyılda bir takım kumpasçıların ve dönemin gazetelerinin algı operasyonu öncülüğünde, masum Alfred Dreyfus’ün vatan hainliği suçlamasıyla yargılandığı dönemdir. “Dreyfus Davası”, ana hatlarıyla masum bir Fransız topçu subayının siyasete kurban edilmesi sonucu yargılanarak suçlu bulup müebbet hapis cezasına çarpılmasıdır.
Konuyu biraz daha açalım ; Paris’te Alman Büyükelçiliği’nde istihbaratçı olarak çalışan hizmetçi Maria Batistan’ın 26 Eylül 1894’te çöp sepetinden bulduğu bir mektup ile başlar Dreyfus’un talihsiz süreci. Okuma yazması olmayan Batista’nın tek görevi bulduğu bütün kağıtları Fransız Haber Alma Birimine teslim etmektir.
Batista mektubu bağlı olduğu Binbaşı Henry’e, Henry de Fransız Haber Alma Birimden sorumlu Albay Sandherr’e ve Savaş Bakanı General Mercier’e teslim eder. Mektuptaki yazının, orduda yüzbaşı olarak görev yapan Yahudi asıllı Alfred Dreyfus’a ait olduğuna karar verilir ve Yüzbaşı Dreyfus Fransa’nın askeri sırlarını Almanya’ya satmak suçu ile tutuklanır ve hakkında soruşturma başlatılır. Soruşturmayı yürüten kişi her fırsatta Yahudi düşmanı olduğunu açıklayan Albay Sandherr’den başkası değildir.
Fransa’nın ordusu hakkında stratejik gizli bilgileri içeren mektup “bilirkişi” Gobert’e götürülür Gobert belgedeki yazının Dreyfus’a ait olmadığını söyler. Dreyfus’a ait değildir ancak Savaş Bakanı General Mercier bir suçlu bulunmasını ister… Suçlunun bulunmasını değil. 19 Aralık’ta dava görülmeye başlar. Casusluk gibi önemli bir dava sadece üç gün sürer. Dava dosyasında Dreyfus’un suçlu olduğunu gösterecek tek bir maddi delil ve bulgu yer almamaktadır. Vatana ihanetten hakkında dava açılan Dreyfus’un dava dosyasında, Dreyfus’un kumarbaz olduğu, bir metresinin olduğu ve borca batık olduğu yazmaktadır.
22 Aralık günü “Yok olsun Yahudiler”, “Hain Dreyfus”, “Cezası verilsin” sloganlarının gölgesinde Askeri Mahkeme Dreyfus’un rütbelerinin sökülmesine ve yaşam boyu sürgün edilmesine karar verir. Dreyfus ömrünün kalanını geçirmek üzere Fransız Guyana’sında bulunan Şeytan Adası’na sürgün olarak gönderilir.
Ancak “gerçek, yürür ve onu hiç bir şey durduramaz”. Bu davada da gerçekler Émile Zola gibi ünlü isimlerin çabalarıyla ortaya çıkar. Fransız Genel Kurmay İstihbarat Birimi’nin başına Yarbay Picquart’ın geçmesinin ardından, Alman askeri ataşesinin çöp kutusunda bulunan yeni bir belgeden yola çıkarak Binbaşı Esterhazy’nın casasus olabileceğinden kuşkulanır. Soruşturma sonunda, Esterhazy’nın Alman Elçiliği’ne gidip geldidiğini, bir metresi olduğunu, borçları olduğunu öğrenir. Kuşkulunun el yazısını Dreyfus’u mahkum eden belgedeki imza ile karşılaştırılır ve gizli dosyadaki evrakın sahte olduğunu anlayınca üstlerini uyarır. Ancak ona kimse kulak asmaz. Fransa Devleti ise adeta seferber olup tek vücut halinde Dreyfus’ün suçsuzluğunun ortaya çıkmaması için her yola başvurup, Dreyfus’ün suçsuz olduğunu iddia edenleri Alman casusu olmakla itham eder. Bir Yahudi’nin mahkûm olması önemli değildir ve Picquart sürgüne gönderilip, tehlikeli görevden atanır. Sürekli tehdit edilen Picquart sonunda bildiklerini Senato başkan yardımcına iletir, Senato konuyu gündemine alır. İstihbarat biriminin başına Yarbay Picquara’ın geçmesi, Dreyfus Davası’nda Émile Zola’nın davadaki adaletsizliği görüp sahiplenerek konunun üstüne gitmesi dönüm noktası olur.
Dreyfus Davası’nı sahiplenen Émile Zola Mayıs 1896’da Le Figaro’ya yazdığı bir makalede irkçılıktan duyduğu dehşeti anlatır. Zola, bu “canavarlığın ülkeyi yüzlerce yıl geriye, dinsel baskılar dönemine götüreceni” yazar. Dava sırasında ünlü romancı Émile Zola’nın “Suçluyorum” başlığı ile yaptığı savunma sonucu, Fransa kamuoyunda büyük tepki meydana gelir; halk sokaklarda gösteri yapar, toplumsal gerginlik, iç çalkantılar ve tansiyon sürekli artar. Toplumsal huzursuzluk karşında kalan Cumhurbaşkanı, Dreyfus’ü affeder. Zola ise, bu affı masum bir insanın yeniden mahkûm edilmesi olarak görür. 1904 yılında vatan hainliği suçlamasından da aklanan Dreyfus’a, aynı yıl yüzbaşılık rütbesi geri verilir, ardından Binbaşılığa yükseltilir ve Légion d’Honneur nişanı ile onurlandırılır. Dreyfus, “Yaşasın Dreyfus!” diye bağıranlara şöyle der; “Hayır, yaşasın gerçek!”. Sonuç olarak: 20’inci yüzyılın başlarında, tüm Fransa’da çok tartışılan Dreyfus olayı, adaletin siyasete kurban edilerek yanılmasının çarpıcı bir örneğidir. Her ülkede bazı dönemler Dreyfus’lar olmuştur ve olmaya devam edecektir.
Bizim ülkemizdeki Dreyfus Davasının bir örneği rahmetli Adnan Menderes’tir. Cumhuriyetin kurulmasından bu yana yaşadığımız Dreyfus’lar bugün hâlâ devam ediyor. Adaletsizliğin açtığı yaralar her geçen gün daha da derinleşiyor ülkemizde. Yukarıda gözden geçirdiğimiz Dreyfus Davası iyi algılandığında Fransa’da yaşananların son günlerde ülkemizde yaşananlara ne denli benzediği görülecektir.
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’na, üç yıl önce, kime yönelik söylediği açıkça belli olan ‘ahmak’ kelimesi bahane edilerek seçimlere altı ay kala gibi kıssa bir zaman kamışken 2 yıl 7 aylık hapis, beraberinde siyasal yasağı getiriyor. CHP İstanbul İl Başkanı Canan Kaftancıoğlu da benzer bir “yargılama” süreci sonunda “siyasal yasak” içine sokulmuştu. Türk mahkemeleri ayrıca Kürt kökenli HDP’nin lideri Selahattin Demirtaş’ı ve muhalif hayırsever iş insanı Osman Kavala’yı da yıllardır hapislerde tutukluyor.
Dünya Hukuk Literatürüne kötü örnekler olarak kabul edilen bütün bu hümler siyasi kararlardır. İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun mahkûmiyet kararı kesinleşir de siyaset yasağı gelirse Cumhurbaşkanı Erdoğan, kamuoyu araştırmalarında en güçlü gözüken rakibini bertaraf etmiş, dahası, siyasetin finansmanında kullandıkları, yandaşlarına hortumlattıkları muazzam bir rantı teşkil eden İstanbul Belediye Başkanlığı da partisinin eline geçmiş olacaktır.
Bu da mümkün ama aynı zamanda her şeyin de belirsiz, güç ve acı olduğu bir dönem bu. Kesin olan tek bir şey var: Bu ülkede neredeyse hiç kimsenin bir yargı kararını “yargı kararı” olarak görmemesi… Bu kararı, bir siyasi oyunun parçası olarak değerlendirmesi. Yargıya inanan kimsenin bulunmaması. Sadece bu durum bile bu ülkede bir “yeniden inşa”nın ne kadar gerekli olduğunu gösteriyor.
Hak, hukuk, adalet çizgisinden sapan, demokrasiyi, özgürlükleri, insan haklarını çiğneyen ve böylece ceberutlaşan her kişiye ve kuruma, makamına ve gücüne hiç aldırış etmeden “Senden korkmuyorum, seni işlediğin suçlar nedeniyle itham ediyorum, işlediğin suçların hesabını ver” cesur çıkışını yapabilen her vatandaş, her gazeteci, her aydın, her kamu görevlisi ise günümüzün Emile Zola’ları olsa gerek.
Her Türk vatandaşı, her aydın; “İmamoğlu, onu biz seçtik, İstanbul’un belediye başkanıdır ve kendisine ‘ahmak’ diyene ‘Sensin Ahmak’ dedi diye bu görevi elinden almak bizi ahmak yerine koymaktır!” bilincine ulaştığında, Türkiye de özgürlükçü demokrasiye, insan onurunu yücelten hukuk devletine, temiz yönetime kavuşacaktır. Çünkü herkes hukuk önünde eşit olmakla birlikte hiç kimsenin insan onurunu çiğneme, masum insanlara ve millet iradesini yok sayma, ayrımcılık yapma, nefret suçu işleme, yetkisini kötüye kullanmaya hakkı yoktur. Hukukun üstünlüğü, şeffaflık ve hesap verebilirlik özgürlükçü demokrasinin esasıdır. Biz de barışla savaşı, sevgiyle düşmanlığı, birlikle ayrımcılığı, güvenle şüpheyi, özgürlükle baskıyı, adaletle hukuksuzluğu yenmesini öğreneceğiz.