Edebiyata ihtiyaç var mı? Edebiyatla başka bir gerçeklik mi dayatılıyor? Söz, tüketim kültürünün yaratılmasının aracı mı? Ortak, yeni bir dili inşa etmek mümkün mü? 3.Uluslararası Akdeniz Kentleri Kültür ve Sanat Buluşması İskenderun Etkinlikleri kapsamında yazar ve şairler Recep Yıldırım, Faris Kuseyri ile Mahir Ergun´un edebiyatın işlevi ve dili üzerine katıldığı söyleşide kollektif çabanın ürünü olarak edebiyatta dilin yeniden inşa edilmesi gerektiği belirtildi.
Edebiyata ihtiyaç var mı? Edebiyatla başka bir gerçeklik mi dayatılıyor? Söz, tüketim kültürünün yaratılmasının aracı mı? Ortak, yeni bir dili inşa etmek mümkün mü? 3.Uluslararası Akdeniz Kentleri Kültür ve Sanat Buluşması İskenderun Etkinlikleri kapsamında yazar ve şairler Recep Yıldırım, Faris Kuseyri ile Mahir Ergun´un edebiyatın işlevi ve dili üzerine katıldığı söyleşide kollektif çabanın ürünü olarak edebiyatta dilin yeniden inşa edilmesi gerektiği belirtildi.
Mahir Ergun ile Recep Yıldırım´ın öykü kitaplarının da düzenleyicisi olan ve Orentes Mensurları kitabından şiirleri seslendirdiği toplantıda Faris kuseyri, şiirlerini bir ‘kişiler dizgesi olarak tanımladı. Asi´nin ‘tırmanan nehir´ imgesinin çocukluğundan buyana kendisini etkilediğini kaydeden Kuseyri, “Ve bu insanların kültürleri, dilleri kaynaştıran, çatıştıran bir tarafı olduğunu düşündüğüm, böyle hissettiğim için de onu kendi edebiyat anlayışımın kalbime yaklaştırdığım kadar kağıdıma da yaklaştırdığım bir can dostum, yoldaşım, ama aynı zamanda kavgalı olduğum bir unsur olarak gördüğümü söylemeliyim. O nedenle bu eserimin adı Orontes Mensurları” diye konuştu. Şiirleriyle bir kardeşlik hikayesi anlatarak bunu öncelikle kendine, sonra babasına, kentine ve içinde büyüdüğü iki dile borcunu ödemenin bir yolu olarak gördüğünü aktaran Kuseyri, şunları ifade etti: “Edebiyatın tarihin önemli anlarında söz aldığı olmuştur. Paraya hükmedenleri mahkum ettiği de çok olmuştur. Edebiyat en nihayetinde kişinin kendi kalemi, kalbiyle aklını yoğurmasından doğar.”
Ergun: Gösterilen kimin gerçekliği?
Konuşmasına edebiyatın niteliği üzerine yönelttiği sorulara katılımcılardan aldığı yanıtların ardından başlayan Mahir Ergun, yetenek-üretim süreci ilişkisini de tartışmaya açtığı söyleşide “Edebiyatın aslında gerçeği göstermesi, ışık tutması, öğretici olması lazım” dedi. Tercih süreçlerinin doğrudan bireylere bağlı olmadığını, hangi kitabın vitrine çıkacağı seçiminde de sürecin farklı işlediğini aktaran Mahir Ergün, ‘çok satan´ kitap dayatmasının da bireylerin tercihlerinin yansıması olmadığını hatırlatarak, konuşmasını şöyle sürdürdü: “Edebiyat olarak önümüze konulan bir manipülasyon var aslında. Genel olarak manipülatif söylemden, reklamdan, yönlendirmeden bahsediyorsak; edebiyat da eğer bize bir şey gösteriyorsa, inandırıyorsa edebiyat da bir manipülasyon aracıdır. Edebiyatla bize bir şey anlatırlar. Belki bu topyekün bir sistem ve bize bir gerçeği gösteriyor. Eğer vitrine koydukları kitaplar kendi seçtikleri kitaplarsa o zaman bize istedikleri gerçeği gösteriyorlar. Buna karşı ayrı bir dil yaratmak belki bizim elimizde. Ama eğer biz bunu düşünmüyorsak sabah kalkıp kitap ekinde, televizyonda, toplu taşıma araçlarının ekranlarında reklamlarda gördüğümüz kitaplarını alıyoruz. Ya da diş macunu reklamı da görüyoruz. O diş macunu reklamında da bize edebiyat yoluyla ikna etmeye çalışıyorlar. Bize gerçeği gösterme, yönlendirme yönüyle edebiyatın da reklamcının da kullandığı araç neredeyse aynı. Bize o kitaplarla bir takım gerçekler gösteriliyor. Edebiyat diye okuduğumuz bazı kitaplar bize bazı gerçekleri gösteriyor ama, oralardaki gerçeklik bizim gerçekliğimiz olmayabilir. Eğer biz başka bir şeyin, bize özdeğerlerimizi hatırlatacak bir edebiyatın peşindeysek, bunun dilini yaratmak için uğraşmamız lazım. Çünkü bu dili kaybediyoruz.”
“Bizim kendi dilimize ihtiyacımız var. Sürekli bize dayatılan edebiyata, hikayelere değil; kendi dilimiz, hikayelerimize ihtiyacımız var. Yayladağlı çocuk Ali Yüce´yi tanımıyorsa bu bir eksiklik, doğru. Ama onun da söyleyecekleri, yazacakları vardır. Onları da dinlememiz, kendi edebiyatımızı yapmamız lazım” diyen Ergün, edebiyatı aynı zamanda kollektif bir çaba olması gerektiğini, toplumsallaştığı ölçüde edebiyatın işlev yüklendiğini kaydetti.
Yıldırım: Öykü, insanı tanımanın yolu oldu
Kilden yapılma ve içinde biriken harçlıkları almak için kırılması gereken kumbara, Arapça adıyla tammuranın ilginç bir anı metaforu oluşturduğunu aktaran Recep Yıldırım, öyküleştirme sürecini şöyle anlattı: “Hayata, çevreye, insanlara baktığımızda kırık çanak çömleklere dönüşmüşler. Yani herkesin bir biçimiyle tammurası kırılmış, ortalıkta. Ama bunlar o kadar hafif, silik, kayrak ki, birinin bunları toplaması gerekiyordu. Bunu yazmam konusunda çok cesaretlendirildim. Annemin, dedemin anlattıkları üzerine hikayeler kurdum. Gözlemlerim ve bana anlatılanlar arasında paralellikler kurdum ve bundan hikayeler çıkardım.”
Öykülerin insan tanımak için ideal yollardan biri olduğunu sözlerine ekleyen Yıldırım, edebiyat yaşamının şiirle başlamasına karşın ilk kitabının bir öykü kitabı olduğunu ve öykünün insanı tanımanın, insana içerden bakmanın bir yolu olduğunu ve edebiyat çalışmalarını öyküyle sürdürmek istediğini belirtti.
Market rafında kitap da satılmalı mı?
Kitapların vitrine çıkma ve satın alma, okuma eğilimine ilişkin ise Yıldırım şu değerlendirmeyi yaptı: “Yaratılmış ihtiyaç diye bir kavram var. Aslına bakarsanız hiç ihtiyacınız yokken bir de bakmışsınız ki satın almışsınız. Yayıncılık kanalıyla tüketme kültürünün de altyapısı hazırlanıyor. Bizim anladığımız edebiyat ise tam tersi; yani gül alıp gül satan bir edebiyat değil. Acı varsa acıyı anlatan; neşe varsa neşeyi anlatan ve bunu seviyeli biçimde, düzgün bir dille anlatmaya çalışan bir edebiyat. İnsanların kendi gerçekliğinin farkına doğru, nitelikli eserlerle ulaşması. Kimsenin kitabının marketlerde satılmasına karşı değilim. Ama gerçekten de doldurduğunuz o servis aracının yarısını neden aldığınızı bilmediğiniz bir süreç içerisinde ben kitabımın satılmasını istemiyorum. Anlamsızlaşır, nedensizleşir.”