İrfan O. Hatipoğlu
Akdeniz’den gelen rüzgâr arada bir yüzümü yalayıp ileriye doğru uzanıp kayboluyordu. Arkasından bakmak yerine, rüzgâra doğru dönüp açtım gömleğimin düğmelerini. Rüzgârın açık gömlek düğmelerinden girip, vücudumu yalayıp gitmesi istenci içimi kapladı. Bunu yapıyorum da… Yüzümü Akdeniz’e dönüp, gömlek düğmelerime açmış şekilde bedenimi Köprünün korkuluklarını dayıyorum. Koyu zift gibi sudan Asi’nin tabanını görmekte zorlanıyorum. Ev de işediğim sidiğin kokusunu duymak gibi çabam yok. Ama binlerce sidiğin kokusunu kimlerin olduğunu ayırt etmeden duyabiliyorum. Yanımdan koşar adımla geçen genç kızın çantası hafifçe sırtımı dokunuyor. Ardından gürültüyle Ulu Cami’den ezan sesi yükseliyor. İrkiliyorum. Bu ezan sesi yatsıyı bizleri anımsatmak için hoca tarafından yüksek sesle okunuyor olmalı diye içimden geçirdim. Ezan bitti… Gömleğimin düğmelerini iliklemeden, sol elim cebimde, cami ve Cindi Hamamı aralığından süzülerek Antakya’nın kalbine yöneldim.
Antakya için çok şey söylenir. Barış şehri, doğunun kraliçesi, medeniyetler şehri, son dönemlerde gastronomi şehri… Aklınıza ne gelirse bu tanımlamaya ekleye bilirsiniz. Bunların tamamını elimin tersiyle itekliyorum. Bana göre Antakya aşk şehridir. Antakya’ya yalnızca âşık olunur. Ölümsüz kent-hemşeri aşklarının yaşandığı bu şehir de, birlikte oluşturulan sevgi zenginliğini hoyratça harcayarak geride bıraktık.
Artık bizler âşık, Antakya öfkeli…
Cami Cindi Hamamı aralığından adımımı attığımda, dudaklarımda Ali Yücenin ölümsüz dizeleri; Antakya sokakları dar/Antakya sokakları bir kişilik/Sen giderken ben gelemem/Bir gönlümü bahar almış/Bir gönlümü yaz/Antakya sokakları bir kişilik/Öte git biraz. Bu dizelerin tadını çıkarmadan karşıdan bir ses yükseldi. Heykeltıraş İbrahim (Özalp) usta “Bey efendi! Bu mahalleye dua okunarak girilmiyor!” İbrahim ustanın yeni mesleği, üzerine burçlar çizdiği çakma Serpantin taşı satıcılığı. Arada seyyar arabacılardan aldığı, eski görünümlü küpe, kolye, şamdanı gelen yerli gezginlere tarihi, “Rumlardan kalma” diyerek yutturuyor. Hani… Fena da yapmıyor. Bir diğer iyi yaptığı iş ise –fahri olarak-Antik Antakya’ya girenleri açılan cafelerin yer tarifçiliği. İbrahim ustaya söz yetiştirirken yamacıma kısa boylu tıknaz taoocu Mahmut yaklaşıyor. “İbrahim usta muhterem ermiş, senin Eros’unu göster. Aklı başına gelsin!” diyor. Silkiniyorum! İçimden “Antakya sokakları dar/Antakya sokakları bir kişilik” diyerek kendimi ileri atıyorum.
Kendimi atıyorum atmasına da, bu kez de tatlıcı Mari çıkıyor yoluma. Kocaman levha: Tatlıcı Mari Yöresel Ürünler Kabak-Ceviz-Patlıcan-Turunç ve Kebbet tatlıları. Bu saatte tatlı yenmez ama tadı da bakılmaz değil hani… Her zaman yaptığım gibi… Alma numarasıyla kabak tatlısının ucundan şöyle bir bakıyorum. “Mari Hanım, bütün tatlıların ünlüde, Ceviz Reçelini de duymuştum! Kebbet ne yahu…” diye ortaya bir söz bırakıyorum. Mari bütün kibarlığıyla çıkartıyor kavanozların içinden tatlıları, çıkan tatlının ne olduğunu bakmadan alıp atıyorum ağzıma. “Bazen dostlar soruyor. İsteyende oluyor. Aklımda olsun…” Mari ‘yedi mi’ sözlerimi bilmiyorum. Atıyorum kendimi tekrar sokağa. Yollar kıvrım, dar ince uzun. Müzikler dışarı taşıyor. Duvara asılı levhada ‘Canlı Müzik, damsız girilmez’ yazıyor. Burası bana göre değil diyorum. Damım yok. Ha… Dam ne yahu? Yakışıklı oğlanlar güzel kızlar geçiyor sağımdan solumdan. Bir birini sarmaş dolaş olmuş iki kişi, beni duvarı yapıştırarak yürüyor. Farkında değiller. Baka kalıyorum arkalarından.
Antakya yolları dar ve uzun… Işıl ışıl, bir o kadar da gürültülü. Köşe başında sarılmış iki genç, yanlarından geçtiğimi fark etmediler. Benim karasız yürüyüşümden, ne aradığımı bilmediğimi bar simsarı fark etti. “Bey efendi buyurun! Ev yapımı Samandağ Şarabı ikram edelim!” Dönüp baktım. Kocaman harflerle “Damsız girilmez” yazısı gözümü çarptı. “Damım yok ki… Nasıl buyurayım?”, “Takma kafanı! O kadar yazının içinde Dam kısmını okuyorsun. Samandağ’ı oku, şarabı oku…” Yürüdüm. Kahve içmek istedi canım. Yükselen müziğin içinde süzülüp, ışıltılı dar sokaklardan duvarları sürtünerek geçerek, aradığım kahveyi buldum. Bir “Suvari” söyledim. Nargile söylemeyi karar veremedim. Bugün dolaşmak istiyorum. Antik Antakya’yı içimi çekip, yukarı, yıldızlara doğru üflemek geliyor içimden. Süvari içimi sonrası, attım kendimi yeniden Antakya’nın bir kişilik sokaklarına.
Sokakların içinde kaybolup giderken, arkamdan, tanıdık kalın bir ses “Hoca nereye! Bizi görmek, zahmet veriyor sanırım?” Döndüm. Baktım. Bakkal Recep (Saydam). Hani Leban humusçusunu geçip, Affan kahvesine kıvrıldığında köşedeki bakkalın sahibi. Elinde kocaman iki su şişesi… “Hayırdır. Dükkânı boş bırakmazdın.” Elindeki şişeleri hafifçe kaldırarak “Bunlar tini sosyetik adı boğma… Allah’ıma yağ gibi. Boğazı dokunmadan, akıp gidiyor.” Birlikte yürüdük, 56 yıldır açık hava meyhanesine çevirdiği dükkânına doğru. Dükkânın önü müdavim boğmacılarla dolu, bekliyorlar! Recep’in elinde şişeleri görünce gözleri güldü. Burasını bank üzerinde açık hava meyhanesi olarak anlatırım tanıdıklara, mekanın elli altı yıldır oluşturduğu bir kültürü, müşteri profili oluşmuş. Alışkanlıktan olsa gerek Bank üzerine kıçımı koymak için yöneldiğimde bankta oturan “yoldaşlar” kıçları hafifçe oynatarak yer açtılar. Arkasından kâğıt bardak içine konmuş boğma Recep’in nazik ellerinde geldi. Boğmaları alıp, kıçımızı sabit tutarak, gövdemizi sağa sola oynatıp yeniden yerleşiyoruz. Bakkal Recep müdavimlerin önüme üç adım çıkarak, akşama başlama söylevini çekti. “Buradan daha güzel yer var mı? Müziğin canlısı burada, her türlüsünden… Rüzgâr esiyor. Muhabbet bol. Fiyatlar duvarın ötesine göre beşte bir.” Recep’in söylediklerine duymadık bile, bank komşularımdan ‘öküz Hasan’ cebinden dört beş Hünnep çıkardı, sessizce avuççumun içine koydu. Bir diğeri içinde ‘sosyete’ fıstığının kâğıt kesesinin ağzını özenle yırttı, uzattı. Boğmayı yudumladım, arkasından Hünnep’i ağzıma attım. “Recep yok mu yanında bir şey?” Dükkânın içinden bağırdı. “Şimdilik meze servisimiz yok. Hanım yaparsa, kışın kıtta (acur) turşusu ikram edeceğiz.” Bu söylediğini de duymadık. Memleket dedik, Antakya dedik, Asi’den sidiklerimizin kokusunu koklamaktan kurtarmadığı için başkanı çekiştirdik. Antakya türküleri söyledik. İnadına tabi… O kadar sesin arasında “Bağdat’ın hamamları” sokağın derinliğinde yer buldu.
Bakkal Recep’in yeri açık hava bank meyhanesi müdavimlerinin zamanı sınırlı… İçeriden Recep’in sitemleri de zaman darlığına ekleniyor. Hanımına kızıyor. “kayın birader misafirliğe mi çağrılır. Bunların işimi yok, hafta içi misafirliğe mi gelinir” gibi… Daha fazla duramıyoruz. Hafiften toparlanıyoruz. Öküz Hasan kalktı, kalkmasıyla duvara dayanması bir oldu. Toparlanıp yola koyuldu, bakkal kapısın önünden geçerken durakladı, omuzlarını hafifçe kaldırdı Recep’e el sallayarak Affan’a doğru yürüdü. Bu davranış Recep’e yaz tahtaya anlamı taşıyordu. Recep’in içeriden “Paran yoksa ne içiyorsun adamın dölü…” demesini duymadı. Hepimiz el salmadık hani! Kimiz masaya uğrayarak, içtiğimiz duble sayısını öğrendik. Recep’i keyiflendiren işi yaptık. Eksiksiz, nakit borcumuzu ödedik. Duvarlara vura vura, Antakya sokakları dar/Antakya sokakları bir kişilik diyerek dağıldık.