Mehmet Çardak
Araştırmacı –Yazar
Saygıdeğer okurlarım! Ayasofya, İslamiyet’ten önce inşa edilmiş olup; İstanbul’un fethine kadar kilise, Osmanlı döneminde cami ve 1934’ten beri de müze olarak kullanılmıştır. Ayasofya, UNESCO Sözleşmesinde listeye kayıtlı bir varlıktır ve dünya kültür mirasıdır. Sözleşmede, bu işlevlerinin değiştirilmesine engel herhangi bir hüküm bulunmamaktadır. Ayasofya’nın cami olarak kullanılması kesinlikle anılan sözleşmenin ihlali değildir. Bu durum Ayasofya’nın üstün evrensel değerini asla etkilemez.
Ancak, Ayasofya Cami’nin müzeye çevrilmesi hakkındaki 24/11/1934 tarihli ve 2/1589 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı’nı iptal eden Danıştay Onuncu Dairesi’nin 2 Temmuz 2020 tarihli ve Esas: 2016/16015, Karar: 2020/2595 sayılı Kararı, Osmanlı Hukuku’na göre verilmiş bir karardır. Aslında bu karar, büyük bir tezgâhtır. Danıştay Onuncu Dairesi’nin söz konusu kararı hukuki değil, siyasidir. İslami bir gereklilik değildir. Ayasofya’nın ibadete açılması, laik Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı yürütülen mücadelenin etaplarından biridir. Bu karar verilirken kamu yararı gözetilmemiştir. Kaldı ki, mezkûr kararın, davalı idarece (Cumhurbaşkanlığı) temyiz edilmeden ve kesinleşmeden acilen uygulamaya konulması da manidardır.
Ayrıca, Ayasofya’nın ibadete açılmasının getirisinden çok götürüsü var! Mısır Müftüsü Şevki Allam’ın açıklamasına göre; İstanbul’un en önemli tarihi yapıtlarından biri olan Ayasofya’nın camiye dönüştürülmesi kabul edilemez. Kiliseler olduğu gibi korunmalı ve camiye dönüştürülmemelidir. Aynı şekilde camiler de kiliseye dönüştürülmemelidir. Mısır tarihinde böyle bir şey olmamıştır. Şüphesiz ki Ayasofya’nın ibadete açılması, İsrail’in Kudüs’ü işgal etmesine de zemin hazırlayacaktır.
Kaldı ki, Danıştay Onuncu Dairesi’nde Cumhurbaşkanlığı’nı temsilen duruşmaya katılan Av. Zeynep Gökçe Zengin, Ayasofya’nın müze olarak kalması yönünde savunma yapmıştır. Dolayısıyla da Danıştay Onuncu Dairesi’nin mezkûr kararını; bu kararın tebliği tarihini izleyen 30 gün içerisinde Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu nezdinde temyiz etmeyenler, tarihe de hukuka da ihanet etmiş sayılırlar.
Ayrıca Ayasofya’nın ibadete açılmasını bahane ederek bazı kesimlerin ve kişilerin yeniden Cumhuriyet ve özellikle de Atatürk ile hesaplaşma yarışına girmesi utanç vericidir. Aslında Ayasofya ibadete değil, siyasete açılmıştır. Danıştay Onuncu Dairesi’nin Ayasofya kararı ile esas olarak, Cumhuriyet’in değerleri de aşındırılmıştır.
Oysaki Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün ve Cumhuriyet kurucusu kadroların imzası ile alınan 2/1589 sayılı Karar, Danıştay tarafından iptal edilmeden de Ayasofya’nın statüsü değiştirilebilir ve ibadete açılabilirdi. Çünkü Ayasofya’nın tahsis ve kullanım şeklinin değiştirilmesi, idarenin takdirindedir. Ulusal ve uluslararası koşullar ile iç hukukumuz çerçevesinde Cumhurbaşkanı bu konuda her zaman karar alma yetkisine sahiptir. Ancak, her nedense Cumhurbaşkanı Erdoğan bu yetkisini kullanmaktan çekinmiş ve Ayasofya’nın camiye dönüştürülmesi sorumluluğunu Danıştay üstlenmiştir.
Dolayısıyla da önemli olan Ayasofya’nın statüsünün değiştirilmesi değil, bütün insanlığın ortak mirası olarak kabul edilen evrensel değerlere sahip kültürel ve doğal sitleri dünyaya tanıtmak, toplumda söz konusu evrensel mirasa sahip çıkacak bilinci oluşturmak ve çeşitli sebeplerle bozulan, harabeye dönen kültürel ve doğal değerleri korunmak ve yaşatmaktır.
Diğer taraftan, Ayasofya kararının iç siyasette fazlaca gündemde tutulması, didiklenmesi ve siyasi mücadelenin cephe hattı olarak kabulü de doğru değildir. İktidarın ve yandaşlarının bu tutum ve davranışı Cumhuriyet’e ve kurucularına en azından saygısızlık olur. Danıştay’ın söz konusu iptal kararında taraf olan iktidar odağı, siyasi İslamcılar ile laikler arasında kutuplaşma istemektedir. Oysa yıllar sonra, Ayasofya’nın statüsünün değiştirilerek bütününün ibadete açılmasının, gerçek bir dini hizmet gereksiniminden kaynaklanmadığı gerçeği apaçık ortadadır.
Durduk yere gerek Türkiye, gerek insanlık âlemi için çıbanbaşı olmaya aday bu kararın, politikayı provoke etmek ve dinsel inanç eksenli çatışma geriliminden güç devşirmek niyetiyle alındığı izahtan varestedir. Mevcut koşullarda iktidar odağının buna şiddetle ihtiyacı var!
31 Mart seçimleri öncesindeki şahsının beyanına dahi ters düşen bu karardan şimdi umulan şey, tabanda uç veren heyelanı durdurmasıdır. Ki gerilim çift taraflı çatışma haline getirilebilirse, bu umudun boş çıkmayacağı tecrübeyle sabittir.
Şu aşamada muhalefet bu tuzağa düşmeyecekmiş gibi duruyor! Ancak muhalefet ‘dindarları küstürmeyelim’ siyasetiyle de bir yere varamaz! Şu anda Türkiye’nin yeni ibadet yeri kapasitesinin artırımına değil; huzur, adalet, barış ve anlayışa ihtiyacı var!
Gerçekten de Türkiye’yi badirelerden kurtaracak bir siyasi mücadele, her türlü istismara açık din-diyanet ekseninde değil, iş, aş, refah, özgürlük, demokrasi, barış, hak, hukuk, eğitim, sağlık, güvenlik vb. kısacası yurttaşların somut yaşam koşulları ve toplumun geleceği ekseninde verilmelidir. Felakete gidişi durduracak ve iktidar odağını alt edecek olan da budur.
Dışarıdan yükselecek tepkilere gelince; o noktada iktidar daha şanslı görünüyor. Çünkü meseleyi ‘hükümranlık ve milliyetçilik’ ekseninde bir dış gerilime dönüştürmek ve dış güçlerin müdahalesine karşı ‘dik durma’ pozu takınmak, iktidara sadece ‘mütedeyyin’ kitleden değil ‘laik’ muhalefetten de destek sağlayabilir.
Örneğin Cumhurbaşkanlığı seçiminde ana muhalefetin adayı olan Muharrem İnce, 24 Temmuz Cuma günü Ayasofya’da kılınacak Cuma namazına ‘davet’ olursa ‘icabet’ edeceğini söylemiştir. Namaza gidecek adam niye davet bekler anlaşılır gibi değildir. O’nu kim, niye davet etsin ki! Sayın İnce’nin böyle bir daveti ne amaçla beklediği anlaşılır gibi değildir. Ezan, zaten namaza davet değil midir?
Ama burada önemli olan bu davet ve icabet hadisesi değil de, Ayasofya’yı ‘kimselerin karışamayacağı bir milli mesele’ olarak görmek ve sunmaktır. İktidar yabancı çevrelerin bu karara karşı tepkisini bir ‘milliyetçi cephe hattı’ kurmakta kullanırsa, halk içinde ve siyasi âlemde bu cephenin müşterisi çoktur. Telaffuz edilen ‘milli diktatörlük’ yolunda buna da ihtiyaç had safhadadır.
Kabul edelim ki, iktidarın bu ihtiyacı karşılamak üzere şoven milliyetçi refleksleri harekete geçirecek bahaneler üretmek, dışarıdan tepki cezp etmek ve onları abartmak açısından da eli epeyce güçlüdür. İşine geldikçe bu olanağı kullanacaktır. Öyle hissediyorum ki, 24 Temmuz’da Ayasofya’da seçili siyasal İslamcıların kılacağı Cuma namazı, Levh-i Mahfuz’a iktidarın cenaze namazı olarak yazılacaktır!