Mustafa Fâzıl Paşa, 1867 Mart’ında zamanın hükümdarı Abdülâziz‘e hitaben, önce Paris’te “Liberte” gazetesinde Fransızca olarak yayınlan ve daha sonra Türkçe’ye çevirerek, 50 bin adet bastırıp İstanbul’a gönderdiği ve gecelerin birinde gizlice dağıttırdığı 18 sayfalık bir açık mektupta memleketin batışını önleyecek tavsiyelerde bulunmuştu. Paşa’nın 154 yıl önce yazdıkları bugün de aynen geçerli.
Birkaç günden beri, ‘‘Mustafa Fâzıl Paşa kâhin miydi, yoksa medyum mu?’’ diye düşünüyorum… Paşa’nın adını işitmemiş olanlar için, kim olduğunu yazayım: Mısır’da ‘‘Kavalalılar’’ hanedanını kuran Mehmed Ali Paşa’nın soyundan gelen bir Mısır prensiydi. 1830’da Kahire’de doğdu. Öğrenimini Kahire’de özel dersler alarak tamamladı. 1845’te İstanbul’a gitti ve Sadâret Mektûbî Kalemi’nde göreve başladı. Bu arada Zekâi Dede’den mûsiki dersleri aldı. Bir ara Mısır’a döndü, 1851’de tekrar İstanbul’a gelerek, II. Mahmud’un kurduğu, reformları planlayıp icrasını denetleyen yüksek yasama ve yargı organı Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliyye üyeliğine tayin edildi. 1857’de Mısır’a gidip Said Paşa yönetiminde Maliye nâzırı olarak çalıştı. Ama zamanın idaresiyle hiçbir zaman anlaşamadı. Mısır’ın ‘‘Hıdiv’ i yani kral yetkilerine sahip valisi olmayı çok istiyordu, olamayınca küstü, Paris’e sürgüne gitti.
Mustafa Fâzıl Paşa, Paris’te bulunduğu sırada maddî imkânlarını kullanarak bazı Avrupa ülkelerinin muhalif gruplarından ve matbuat mensupları dahil olmak üzere çeşitli kesimlerden oluşan geniış bir çevre edindi. Bu kesimler, Fâzıl Paşa aleyhine alınan kararların haksızlığına dair yayınlar yaparak onun muhalefetine destek verdiler. Ocak 1867 sonlarında paşadan İstanbul’daki Jön Türk grubunun lideri diye bahsedilmeye başladı. Ardından yazılış tarihi tartışmalı olan Sultan Abdülaziz’e hitaben Mustafa Fâzıl imzalı Fransızca bir mektup neşredildi. Bir özel nüshası III. Napolyon’a sunulan mektup Avrupalı birçok diplomat, siyasetçi ve gazete başyazarına da gönderildi. Aynı günlerde Nâmık Kemal ve arkadaşlarına da ulaştırılan mektup Türkçe’ye çevrildi ve litografya baskısı yapılarak dağıtıldı. Mektubun paşanın el yazasını taşıyan özel nüshasının Türkçe metni 22 Mart 1867’de Sultan Abdülaziz’e sunuldu.
Mektubun muhtevası, Osmanlı Devleti’nin mevcut sıkıntıları hakkında bazı tesbitler ve bunların giderilmesi için alınacak tedbirler olmak üzere iki kısımdan oluşuyor. Öncelikle saray ve çevresinin doğru bilgilendirilmeye ihtiyaç duyulduğunu belirtilen, 18 sayfalık risalesi sonraları vecize halini alacak olan ‘‘Padişahların sarayına en güç giren şey, doğruluktur’’ cümlesiyle başlıyor; hak, hukuk, eğitim, din ve daha birçok konuda reform tavsiye ediyordu…
PADİŞAHLARIN SARAYINA EN GÜÇ GİREN ŞEY, DOĞRULUKTUR!
“Onların çevresini sarmış bulunan kimseler, doğruluğu kendilerinden bile saklarlar. Çünkü, bunlar, gözlerini olanca hırslarıyla hükmetme ve hükümette bulunma lezzeti içinde yaşadıklarından bulundukları yerleri kaybetmek istemezler. Sizin taşımakta olduğunuz büyük ve sonsuz güçten yararlanarak, yapılmaması gereken her şeyi yapmaya cesaret etmektedirler. Bunların yaptıkları ettikleri sizin tarafınızdan hiçbir zaman öğrenilemez.”
İdarenin kötülüklerinden padişahın etrafındaki adamları sorumlu tutan Fazıl Paşa, Sultan Abdülaziz’i “Bugünkü devletin idare ediş şeklinin kötülüklerinden ortaya çıkan durumdan eminim sizin haberiniz yoktur” sözleriyle koruma altına alarak, şöyle diyordu:
“Eğer, onları (çevrenizdeki adamları) size şikayet etmeye kalkışacak olsalar, kendilerine derhal asi ve edepsiz damgası vurulacaktır. Sizin özel buyruğunuz ile halka zaman zaman temsilciler gönderilsin. Halkın ihtiyaçlarını ve olan bitenin gerçek yönlerini acımasız olarak doğrudan doğruya, yani bizzat huzurunuza çıkarak, size arz etsinler.”
Padişaha türlü övgüler ve temennalarda bulunan Fazıl Paşa “izin buyurursanız” diyerek yaşanan adaletsizliklere, ayrımcılıklara, baskılara, geçim zorluğuna halkın artık tahammülünün kalmadığını söylüyordu:
“Yaşananlar karşısında halkınızda fedakarlık edecek halin ve tahammülün kalmadığını söyleyeyim. Hoşnutsuzluklar susturulmak isteniyorsa da her taraftan işitilmekte. Halkınız iki kısımdır. Hiçbir engelle karşılaşmadan akıllarına gelen her türlü zulmü yapanlar ve zulüm görenler.”
”Padişahların sarayına en güç giren şey, doğruluktur. Onların etrafında bulunanlar, doğruluğu kendilerinden bile saklarlar. Gözlerini dikmiş oldukları hükümetin lezzetinde ve merkezinde yaşadıkları için halkın çektiği zorlukları tenbellikten geliyor zannederler; devletlerin içine düştükleri zaafı da devletin yaradılışının gereği olan, çaresi bulunmayan bir hadise sanırlar.
ZÜLÜM VE AHLÂK DÜŞKÜNLÜĞÜ
…İleri sürüp körüklenen bozgunculuk örnekleri, aslında tamamen dış düşmanlarımızın fesatlıklarından doğmaktadır. Ama bunda şimdiki hükümetin de büyük kusurları vardır. Bir zamanlar yapılmasında hiçbir mahzur görülmeyen en masum hareketler bile artık bir zulüm gibi görünüyor.
…Lâkin şevketli efendim, izin buyurursanız, halkınızda fedâkârlık edecek halin ve tahammülün kalmadığını söyleyeyim. Yer yer yükselen hoşnutsuzluk sadâları her ne kadar susturulmak isteniyorsa da her taraftan işitilmede.
…Beni en fazla korkutan, esir milletlerde olduğu gibi Osmanlılar’da da görülmeye başlanan ahlâk düşkünlüğüdür. Bu düşkünlük her geçen gün artmakta, derinleşip yayılmaktadır. …Esas olan iyi ahlâktır ve devletlerin o olmadan ayakta kalabilmeleri mümkün değildir. Millet, iyi ahlâkı parıldadıkça yükselir; kötülükler arttıkça da belâsını bulur.
…Halkınız iki kısımdır: Hiçbir engelle karşılaşmadan akıllarına gelen her türlü zulmü yapanlar ve zulüm görenler. Birinci kısımdakiler taşımakta olduğunuz büyük ve sonsuz kuvvettten faydalanarak yapılmaması gereken her şeyi yapmaya cesaret ederler; diğerleri ise zulüm altında ezile ezile iyi ahlâktan uzaklaşırlar. Şikâyet haklarını kullanamamaları yüzünden ahlâklarında bir çözülme başlar.
…Avrupa’daki bütün hükümetler halklarının eğitimiyle uğraşırlar. Onlar böyle fedâkârlıklar gösterip ilerlerken biz neden olduğumuz yerde kalmaya, hattâ gerilemeye razı olalım?
…Milletin hakları devletin garantisi altına alınırsa o millet her fırsatta iyiyi ve doğruyu arar, bilgi edinmeye gayret eder. Cahilliği ve esirliği kabul edenler ise hem alçak, hem de hain olurlar.
DEVLETİ KURTARINIZ….
…Hâlimizin en fena tarafı, on iki sene önce bize daha müsait görünen Avrupa kamuoyunun bugün tamamen aleyhimize dönmüş olmasıdır. …Fransa’nın, İngiltere’nin ve İtalya’nın idarecileri, ‘‘Bu devletin düzelmesi artık mümkün değildir, mutlaka mahvolacaktır. Artık kendi haline bırakalım, varsın alnına yazılmış çöküntüyü yaşasın. Onu çöküşten kurtarmanın hiçbir çaresi yoktur’’ diye konuşup yazışıyorlar.
…Din ve mezhep insanın ancak maneviyatını yönetir ve bizlere sadece âhiretin nimetlerini vaadeder. …Din bir sonsuz gerçekler bütünü ve bu gerçeklerin muhakemesi olarak kalmazsa, yani dünya işlerine de karışırsa fayda yerine zarar getirir, herkesi telef eder.
…Evet şevketli efendim! Devleti kurtarınız, çünki zaman acele etmeyi gerektiriyor. Devleti kurtarınız. … Gerçi bu devletin şânı ve şerefi tarihlerde pek yüksektir ama şimdiki hâli bir hayli esef vericidir…“
Paşa’nın yazdıklarını okuduktan sonra ‘‘Bu tavsiyelerin muhatabı 1860’ların Osmanlısı mı, yoksa bugünkü 2021’ların Türkiyesi mi?’’ diye düşünüp Mustafa Fâzıl Paşa’nın kâhin olup olmadığı hakkında fikir yürüteceğinize eminim… Bugün, iç politikadan dış politikaya, siyasetçilerin etrafını saran dalkavuklardan toplumun yozlaşmasına neden olan hususlara, eğitimden sağlığa varıncaya kadar ele alınan hususlara baktığınızda, düşündüğümüz tek şey şu oluyor: Bir arpa boyu olsun hiç mi yol alınmaz, hiç mi bir şey değişmez, tarih bu kadar mı tekerrür eder de en azından bir meselede olsun ders çıkartılmaz. Bizim toplumlarımızın kaderi midir “Benim oğlum bina okur döner döner yine okur” anlayışına mahkûm olmak.
TARİHTEN DERS ALMASINI BİLMEK…
Kendisine ne zaman “Siz tecrübeli bir siyasetçiniz’ diyerek söze girip, bir şey soracak olsanız anında “Bu ülkede en kıymetsiz ve en işe yaramayan şey tecrübedir. Bu ülkede tecrübe mağazası açsanız kirasını dahi çıkartamaz anında iflas ederseniz” cevabını veren Cemil Çiçek’in kulakları çınlasın.
Bir devlet adamı olan Cemil Çiçek “şöyle anlatayım” diyerek devamında da şunları söyler:
“Siyasetin laboratuvarı tarihtir. Tarihte tecrübelerin bir yekunudur. Bizler tarihiyle ancak övünen fakat tarihini okumayan ve tarihi tecrübelerden ders çıkartmayan bir toplumuz. Bizim ülkemizde ‘tecrübe’ sözü ancak devir teslim törenlerinde söylenen kelâmı rüşvet kabilinden bir sözdür. Bugüne kadar da tecrübelerden istifade edildiği hiç görülmemiştir. Eğer tecrübelerden istifade edilmiş olsaydı ülkemiz bugün birçok sıkıntıyı bugün de, dün de, gelecekte de yaşamazdı.”
Türk tarihinde yer tutmuş büyük kahramanlardan biri de Ebu Müslim-i Horasanî’dir. Oğuz Türkmenlerinin tarihinde, yeni bir devir açan büyük bir kahramandır. Bu kahramanın hayatı, hakkında milli tarihimizde pek kısa bilgi vardır. Fakat Türk milletinin milli vicdanında Ebu Müslim-i Horasanî, bir destan olarak asırlarca yaşamıştır. Kanlı mücadelelerle dolu hayatını halk tanıyor; fakat ona ait geniş ölçüde belgeler henüz meydana çıkarılmamıştır. Tarihimizin bu milli kahramanının maceralı hayatı şöyle başlamaktadır:
Emevî saltanatı her türlü yozluğun merkeziydi. Geniş halk yığınları büyük baskılar altındaydı. Ehlibeyte küfür mecbur kılınmıştı. Her mescitte Ehlibeyte küfürler edilen vaazlar veriliyordu. Emevî yöneticilerinin halkın hâlinden haberleri yoktu. Onlar, kendi zevk-i sefalarının zirvesindeydiler. Bütün bunlara yıllardır sürdürülen Ehlibeyt düşmanlığının yarattığı öfke de katılınca isyan başladı. Ebû Müslim, zalim Emevî saltanatını yıkan ayaklanmanın başkomutanıydı.
Zalim Emevî saltanatının yıkılışında önemli rol oynayan, ama sonrasında kurulan Abbasi iktidarında kifayetsiz muhterislerin ve kıskançların dedikodularına maruz kalıp öldürtülen Horasanlı büyük Türk komutan Ebû Müslim’in şu sözleri ibretâmizdir:
“Onlar zararlarından emin oldukları için dostlarını uzak tuttular. Kendilerine bağlamak için de düşmanlarını yakınlaştırdılar. Yakınlaştırılan düşman dost olmadı. Ama uzaklaştırılan dost düşman oldu. Herkes düşman safında birleşince yıkılmaları mukadder oldu.”
Ebû Müslim’in Emevî iktidarının sonunu getiren faktörlerin başında saydığı hususlar ne yazık ki tarihin her aşamasında genel geçer olan hususlardır. Abbasi hükümdarlarının sonunu da bu faktörler getirmiştir.
Günümüz siyasetinde yaygın olarak görülen bu davranış biçimi bize şunu gösteriyor ki o koltuğa oturanlar kendilerini ölümsüz sanıyorlar. O koltukta ne varsa artık, güç zehirlenmesiyle akılları başlarından gidenler, (Hırsızlar ordusuna döndünüz! diyen Abdüllafif Şener gibi) sadık dostlarını yanlarından uzaklaştırmayı akıllıca bir siyaset zannediyorlar. O yüzden gücün zirvesinde olanlara bu bahiste ne söylerseniz söyleyiniz nafiledir. Ne vakit güçten düşerler veya iktidarlarından olurlar, işte o vakit bu sözlerin kadrini-kıymetini bilirler. Lakin iş işten geçmiş olur.