Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Erbaş geçen haftalarda Erzurum’da bir konferans vermiş. Avrupa tarihinde “Orta Çağ karanlığı” denilen dönemde Müslüman bilginlerin ilgi alanlarını yalnızca dini konularla sınırlı tutmayıp Fen bilimleri alanında da ne kadar ileri çalışmalar yaptıklarını anlatmış. Ayrıca Diyanet reisimiz; “Batı orta çağ karanlığı içerisinde adeta debelenirken Biruni, kimya ile ilgili öyle tecrübi çalışmalar yapmış, deneyler yapmış bugün en gelişmiş laboratuarlarda, en gelişmiş teknolojik aletler ile yapılan deneylerle Biruni’nin yaptığı deneyler çok yakın birbirine.” diyerek; özünde doğru, dahası günümüz Müslümanlarının ve bilhassa genç kuşakların taşıdıkları kimlik konusunda aşağılık kompleksinden uzak durmaları, özgüven kazanmaları için bilmeleri gereken gerçekleri aktarmış.
Diğer yandan, Diyanet İşleri Başkanı’nın “Batı Orta Çağ karanlığı” hakkında doğru tespitlerde de bulunmuş. Avrupa’da burjuva sınıfı toplum düzeninde tam anlamıyla hâkimiyetini tesis edinceye kadar bilim alanında skolastiğin dışına çıkan yaklaşımlar hoşgörüyle karşılanmıyordu. Kopernik’in kanıtladığı “Dünya kendi ekseninde ve güneşin etrafında dönüyor” görüşünü savunduğu için Galile mahkemeye çıktı; iddialarından vaz geçmesi şartıyla ömür boyu ev hapsine mahkum oldu. Aslında ucuz kurtuldu; ondan önce Kopernik sisteminin en popüler savunucularından Giordano Bruno diri diri yakılarak öldürülmüştü.
Bruno’nun yakıldığı, Galile’nin dünya dönmüyor demeye zorlandığı dönemle aşağı yukarı aynı yıllarda İstanbul’daki rasathane Şeyhülislam fetvasıyla top atışına tutularak yıkıldı. İşin aslı şu ki bundan daha önceki asırlarda da İslam dünyasında işler tamamen güllük gülistanlık değildi. İslam Rönesansı’nın yaşandığı Orta Çağda İslam toplumlarında hakim zihniyet pek de Rönesans arayışı içinde değildi. Bilimden, uygarlıktan, sanayileşmeden, sanattan yana Osmanlı’dan iyi bir miras almadığımız da tartışma götürmez. Osmanlı bir din ve ümmet toplumu ve imparatorluğu idi. Ama Avrupa’nın çok yararlandığı İbni Sina, İbn-Rüşt, ibn-i Haldun, Farabi gibi İslam bilginlerinden uzak kaldılar.
”İSLAM DÜNYASINDA İÇTİHAT KAPANDI”
Umumi olarak baktığımızda islam toplumları için kullanılagelen çok klişeleşmiş bir söz vardır: ”İslam dünyasında içtihat kapısı kapandı” sözü. İçtihat’ın arapçadaki anlamı kısaca bir mevzu üzerine kafa yormak, o mevzu hakkında çalışmak, ortaya fikir atmak demektir. Bunu gerçekleştiren kişiye de ”müçtehit” denir, ortak kök harflerden yazılmıştır. Abbasiler’den başlamak üzere müslümanların yayıldıkları hemen her coğrafyada çeşitli bilimsel ve felsefi konulara kafa yordukları; matematik, fizik, astronomi, tarih, tıp gibi alanlarda münhasıran antik yunan’dan çevirilerle birlikte çalışmalar yaptıkları biliniyor.
Osmanlı, kuruluş dönemi itibariyle gerçekten de İslam medeniyetinin altın çağını yaşadığı dönemleri kaçırarak ve içtihat kapısını kapatmak özelinde Osmanlı dinamiklerini inceleyen araştırmacılar, bu durağanlığın üzerinde önemle dururlar. Hatta kimi araştırmacının görüşüne göre islam dünyası kendi iç reformunu sözünü ettiğimiz 9-12. asırlar arası yaşamış, mezhep ve inanç kavgalarını 14. asra gelindiğinde büyük ölçüde nihayete erdirmiş bir sosyolojik vaka vardır. ”İslam dünyası reformdan geçmedi, bunu yaşamadı, o yüzden geri kaldı” gibi basit tezler akademik camiada bu yüzden kabul görmez.
Fakat sözünü ettiğimiz bu büyük kırılma, değişim ve dönüşümden kaynaklı yaşanan iç sıkıntı ve gerilimlerden dolayı İslam yöneticileri aynı şeylerin bir daha yaşanmaması, yönettikleri toplumların bozgun ve fesada sürüklenmemesi için 13-14. asırdan itibaren yeni fikir ve görüşteki insanlara müsamaha göstermemişlerdir. Müslüman yöneticiler sözünü ettiğimiz kırılgan ve gerilimli dönemden büyük ibret almışlar, toplumun bir daha böyle farklı kutuplara bölünmemesi için her türlü düşüncenin önünü kesmişlerdir. Onlar için en mühim husus, toplumun birliği, düzeni ve kanuni kadime riayet etmeleridir.
İşte bu noktadan sonra İslam toplumlarında yeni içtihatlar denemek, bir nevi yeni bozgunculuk yaratmak olarak telakki edildi. Ulema, ortaya yeni çalışmalar ve eserler koymaktan imtina etti. Ulemaya göre islam, mevcut vaziyette hem dini açıdan hem de hukuki anlamda teşekkülünü tamamlamıştı. Bu şartlar altında ulema, ”ümmetin inancının bozulmasını engelleme” düsturu üzerine, yeni içtihatlarla yeni ihtilaflar yaratmayı göze almadı, alamadı. Dolayısıyla ”muhafazakarlık” çok köklü şekilde islam toplumlarına ve tabi ki Osmanlı’ya yerleşmiş oldu, yeniliğe karşı müthiş bir direnç gelişti.
Bu coğrafyada serbest düşünceye ve bu düşüncenin üretebileceği şeylere hiçbir zaman sıcak bakılmadı. Örneğin Celal Şengör, yine anakronik bir yaklaşımla katıldığı bir TV programında I. Süleyman ve dönemi için ”Avrupa’da Fen bilimlerinin yarattığı sıçrayışı kavrayamadı” gibi bir söz sarf etmiştir. Osmanlı sultanları içinde hangi şahsiyet bu durumu kavradı ki? II. Mehmet diyeceksiniz. Kaçırdığınız nokta, bireysel anlamda bazı özel isimlerin entegre olmak zorunda kaldıkları içtimai dinamiklere karşı (ne kadar çaba içinde olursa olsun) bir yerden sonra aykırı hareket edememesidir… Böyle bir tarihsel ve sosyolojik vaka varken, Şark toplumlarında kayda değer bilim adamı çıkmaması çok tabiidir. Mesele Süleyman, Mehmet değil… Mesele Avrupa dinamikleri ile şark dinamiklerinin birbirinden çok bağımsız ve farklı, kendi iç dünyalarının olmasıdır. Bu iç dünyayı idrak etmeden ve özümsemeden yapacağınız her tahlil, eksik ve/veya yanlış kalacaktır.
GARP’I ŞARK’TAN AYIRAN SİSTEMLİ VE İNZİBATLI TEFEKKÜR…
Bakınız, gerçek bir bilge kişi Doğan Kuban’dan bir alıntı: “Kurtuluş Savaşı sırasında eski idarenin sürmesini isteyen vatanseverler de Osmanlı devletinin yapısını hâlâ anlamamış ve idealize etmiş insanlardı. Onlar da bu işlerin anlamını hiç kavramamış cahil halk gibi toplumsallaşmamış bir din anlayışı içinde yaşıyorlardı.”
Günümüzde İslam dünyasının durumu Türkiye dahil aynıdır. Müslümanların bu davranışları İslam uygarlığının hiçbir zaman gelişmemiş bir boyutunu tanımlıyor. İslam toplumsal bir din değildir. Kişisel bir dindir. İslam cemaati denilen kendisini Allah’ın iradesine teslim etmiş bir bireyler topluluğudur. Müslüman toplumuna ilişkin hiçbir Kuran emri ya da hadis açıklaması yoktur. Osmanlı tarihi, kültür üretimi ile dünya uygarlık tarihinde ne yazık ki yer almıyor. Evrensel uygarlık tarihinde Osmanlı dönemi temsilcisi yok.
Esas mesele şu; biz 17’nci yüzyıldan itibaren hukukta, bilimde dünyaya olan üstünlüğümüzü kaybetmeye başlarken, Avrupa 18’inci yüzyılda sanayi devrimini başlatarak aradaki mesafeyi hızla açmıştır. Ama biz yeni bilimsel ve teknolojik gelişmeleri izlemek yerine, geçmişin özlemi içinde olmaya devam etmişizdir. Aradaki mesafeyi farkettiğimizde ise, iş işten geçmiş oldu.
Galiba Batı ile Doğu arasındaki farkı gösteren en önemli nokta düşünce disiplini olsa gerek. Batı’daki bütün gelişmelerin temelinde sistematik düşünce yer alırken, ne yazık ki Şarkta sistematik düşünce gelişememiş, bu yüzden de bilimsel alandaki inkişafın önü açılamamıştır. Değerli düşünürümüz Ord. Prof. Dr. Hilmi Ziya Ülken “Doğu-Batı makaleler” adlı kitabında (Doğu Batı Yayınları) Doğu ile Batı’nın mukayesesini yaparken şöyle bir tespitte bulunuyor:
“Garp’ı Şark’tan ayıran elbette ve her şeyden evvel sistemli ve inzibatlı tefekkürdür. Fakat bu sistem ve inzibat dıştan ve cebredilmiş (zorla dayatılmış) bir kuvvet olmayıp insanın kendi kendine yüklediği, kendi dağınık hayal ve mefhumlar alemini mecbur ve mükellef kıldığı enfüsi (öznel) inzibat ve ideal bir sistemdir. Garp’ta inzibat olduğu için hürriyet vardır Garp’ta şahsiyet olduğu için cemiyet vardır. Garp’ta insan, deruni hayatını müstakil ve hür bir mevcudiyet gibi telakki ettiği içindir ki kendi kendini içtimai mükellefiyet ve nizama tabi kılmak ve fikirlerini bir nizam ve kadro içine sokmak kudretini ve maharetini kazanmıştır.”
Yüzyıllarca büyük medeniyetler kuran, bilim insanları ve filozoflar yetiştiren Şark’ın, sistemli tefekkürü doğuramamış olması gerçekten bir talihsizliktir. Oysa İbn Rüşt (Averroès), Batı’yı aydınlatan bir İslam filozofudur. Ve Fransız, düşünür ve tarihçi Ernest Renan’ın ifadesiyle İbn Rüşt “Aristo’yu yenileyen ve felsefi Helenizm’in saf ışıklarıyla Avrupa’yı aydınlatan ilk ve tek Müslüman” düşünürdür. Şark’ın ve hususen de Müslüman dünyanın geçmişe olan özlemini rasyonel bir çizgiye çekerek sistemli bir tefekkürü inşa etmesi, son günlerde Sezen Aksu’nun şarkısındaki sözleri başka yerlere çekip “dine, inancımıza hakaret ediliyor” diye ortalığı ayağa kaldıran en başta ülkemiz için, artık zaruret haline gelmiştir. Artık sorun Ortaçağda kalmak veya ilerlemektir.