GARİP TURUNÇ
Alman siyaset bilimci Elisabeth Noelle Naumann tarafından 1970’li yılların başlarında geliştirilen ’Suskunluk Sarmalı Teorisi’ oldukça önemli bir kuramıdır. Bu kurama göre, olağandışı koşullarda, toplumlarda suskunluk sarmalı, tercih çarpıtması ve hatta toplumsal felç durumu ile karşılaşmak mümkündür.
Suskunluk sarmalı kuramına göre, eğer savunduğunuz fikir, toplumun büyük çoğunluğunda kabul görmüyor ve söylediğinizde dışlanmaya başlıyorsanız onu söylemekten vazgeçersiniz. Bireyler içinde yaşadığı toplumdan dışlanmaktan, genel geçer görüş sahiplerince eleştirilmekten korkarlar. Farklı fikir sahibi, dışlanmayı göze almaktansa kabuğuna çekilir, sessizliğe gömülür. Haksızlıklara ses çıkarmama, onları görmezden gelmeye evrilir. Korkusu büyüdükçe, genel-geçer görüşe katılıyormuş gibi davranmaya başlar. Dahası toplumsal onay alabilmek ve kendini koruyabilmek için yaygın görüşün yanında saf tutar, onu yüksek sesle dillendirmeye başlar. Bu sarmal, hâkim görüşü güçlendirir.
Bu süreçte özellikle propaganda yöntemlerinden yararlanılır. Yazılı ve görsel nitelikli kitle iletişim araçlarında hakim görüşten yana tavır alan yazar ve gazetecilere yer verilerek, diğer görüşlerin dile getirilmesi engellenir. Medya tarafından algı operasyonları ile manipüle edilen okuyucu ya da izleyicinin, “benim gibi düşünen yok” duygusuna kapılmasına neden olunur. Dolayısıyla birey dışlanmamak için çevresine bakar ve kendi düşüncelerinin düşüşte olduğunu hissetmeye başladığı andan itibaren gerçek düşüncelerini açıkça ifade etmekten çekinir. Bu durumun kişi veya kişiler arasında giderek artması suskunluk sarmalı teorisinin işlemeye başladığının bir göstergesidir.
Ancak iş burada kalmaz, bir müddet sonra kişi toplumsal onay alabilmek için giderek yaygın görüşün yanında saf tutmaya başlar. İşte burada “tercih çarpıtması” devreye girer.
“TERCİH ÇARPITMASI”
Tercih çarpıtması, görüşü ve/veya tercihi öyle olmadığı halde sırf bulunduğu ortamdan dışlanmamak ve giderek onlardan onay görmek ve hatta onlar gibi görünmek için asıl tercihini saklayıp, baskın tercih yanında yer alma, asıl görüşünün hilafına baskın görüşü dillendirme durumu ve davranışıdır. Bir çeşit “süreti haktan görünmek” veya takkiye yapmak da denebilir.
Bu bir parti, bir görüş, bir duruş için olduğu gibi bir liderin yanında sıkça gösterilen bir davranış ve söylem biçimi olarak göze çarpmaktadır (Tıpkı bir “yandaş”ın “Ah be… Bizim başkan aslında ABD’ye başkan olmalıydı” hokkabazlığını yaptığı gibi… Tıpkı birilerinin halay çekmesi gibi…) Kişi burada ilkelerden ziyade kişilere ya da konjonktüre göre tavır alır. Böylece suskunluk sarmalı giderek tercih çarpıtmasını oluşturur. İkisinin fonksiyonel etkileşimi sonucunda da toplumsal felç durumu meydana gelir. Yani bu nevi kişilerin çoğalarak toplumu sarması durumu… Böylece toplum hareket edemez, kıpırdayamaz, konuşamaz, ses çıkaramaz, itiraz edemez, hakim görüş, egemenliğini sürdürür. [Tıpkı ceza ve tutukevlerindeki haddi hesabı olmayan hak ihlallerini, oraya tıkılmış insanların can güvenliğini, birbiri ardına gelen ölümleri görmezden gelindiği gibi… Son bir yılda 104 tutuklu ve hükümlü, son kırk günde 7 hasta mahkûm cezaevlerinde yaşamını yitirdi. Ölenlerin 64’ü ağır hastaydı ve bütün çabalara rağmen tahliye edilmemişlerdi. Şu anda ceza ve tutukevlerinde 1600 hasta mahkûm var. Bunları biliyor muyuz? Biliyoruz da suskunluk suçu mu işliyoruz?].
Son zamanlarda ülkemizde suskunluk sarmalı teorisinin ileri sürdüğü görüşlerle örtüşen bir sessizliğin hakim olması (oluşturmaya çalışılması) oldukça tehlikeli bir durumdur. Siyasal iktidar baskısının/korkusunun olmadığı, egemen görüşün sözcülüğünü yapmak yerine farklı görüşlerin özgürce ifade edilebildiği bir ortam geliştikçe suskunluk sarmalı oluşumu büyük ölçüde engellenecektir. Türkiye’nin gerçek anlamda demokratik bir devlet haline gelebilmesi için “suskunluk sarmalı”nın kırılması gerekiyor. Çok seslilik bir zenginliktir. Ülkemiz soru soran, fikir beyan eden, neden olmasın diyen ve hayal kurabilen nesillerle muasır medeniyet seviyesine çıkabilecektir.
“SUSKUNLUK SARMALI”NIN KIRILMASI
Düşünmenin, konuşmanın, eleştirmenin, farklı fikir serdetmenin, sürüden ayrılmanın ve en nihayet itirazın zor olduğu zamanlardan geçiyoruz. Düşünce ve düşüncenin özgürleşmesi üzerindeki inancın baskısı aileden başlayarak okullara, eğitime, çarşıya, politikaya, devletin kurumlarına, yasalarına uzanan bir genişlikle yaşamı kuşatmış. Onlarca yıldır izlenen politikalarla bir yandan bilgisizlik (cahillik), bir yandan da dinci bağnazlıkla donatılmış dalgalarla oluşan tehdit, toplumun özgürleşmesinin önündeki en büyük engel.
Ancak, neticesi ne olursa olsun barika-ı hakikat (hakikatın nuru) namına kelâm etmekten geri durmak da fikir sahiplerine yaraşmaz. Fikir sahipleri sadece eli kalem tutanlar veya okumuşlukla nam salmış olanlar zannedilmesin. Kimin bir parça muhakemesi, biraz da vicdanı varsa olup bitenlere dair söyleyecek sözü de var demektir. Sokakta, otobüste, dolmuşta, televizyonda, gazetede, sosyal medyada…
Bir ülke, devrin şartlarına mağlup olup her sahada geri gidebilir hatta bazı kurumlarını kaybedebilir ama hakikati asla unutamaz. Böyle bir unutkanlık affedilemez. Hakkın, hukukun, ehliyetin, adaletin, vicdanın vazgeçilemez olduğu, yolsuzluğunu, yozlaşmanın, adam kayırmanın, iftiranın vesaire de kabul edilemez olduğu gerçeği; tatbikatta hayat bulamasa bile zihinlerde yitip gidemez. Millet olmak, devlet olmak ve tabii insan olmak bunu zaruri kılar.
Düşüncenin özgür olmasını sorun edinenlerin toplumlarındaki tüm insanların aynı sorumluluğu duymaları için uğraş vermeleri, kendi kendilerine yüklediği bir görevdir. “Dünyada anlaşılması en güç olan bir şey varsa, o da dünyanın anlaşılabilir olduğudur” diyen Einstein, “Ne kadar hazin bir çağda yaşıyoruz. Bir önyargıyı ortadan kaldırmak, bir atomu parçalamaktan daha güç” düşüncesiyle özgür insanın görevlerini anımsatıyor.
Her şey önceden düşünülmüş ve belirlenmiştir diyen önyargı, toplumu bağnazlığa mahkûm ediyor. Düşünen, düşündüklerini çeşitli yollarla açıklayan aydınların haksızlıklara, adaletsizliklere karşı çıkmak gibi vazgeçilmez sorumluluğu onlara düşünceyle ilgili tüm sorunların çözümlenmesi gibi bir görevi de yüklüyor. Bilimin yol göstericiliği olmadan ilerleme gerçekleştirilemeyeceğine göre, iradesi ve bilgisiyle özgür olanların toplumunu geliştirebileceği gerçeği, bu sorumluluğu ağırlaştırıyor.
Her sorunu aklın ışığında irdelemek, sorular sorarak yanıtlarını bulmaya çalışmak, sorunların çözümü için gereken bilgiyi araştırıp tartışmak, eleştirmek, insanlığın gelişmesinin, ilerlemesinin zorunluluğunu görmek özgür insanın sorumluluğudur.
Niçin insanın düşünme ve eleştirme yeteneği vardır sorusuyla bağnazlığa karşı durmak zorunda olan insanlık, aydınlık bir pencere (Fransız şair Paul Éluard) bularak dünyanın adaletsiz, haksız, yanlış gidişine “dur” diyecek güce sahip olduğunu unutmamalıdır.
Kendi körü körüne bağlanmasını haklı bulan, eleştiri ve gelişme bilincinden yoksun olanların yani ve insanın en eski alışkanlıklarından olan bağnazlığın (fanatizm, mutaassıplık), toplumda ilerleme ve aydınlanmanın yolunu tehlikeli biçimde kapattığı bir gerçektir. Kapatılmaya çalışılan yolu açma çabası özgür düşüncenin ve eleştirinin olmazsa olmazıdır.
En doğru olan ise hiç şüphesiz ilimin, aklın, mantığın, ortak iyinin ve hakkın, hukukun sesini dinlemektir. Yanlışı görmek ve söyleme cesareti göstermektir. İcraat makamının yaptığı herşeyin doğru olamayacağı ve yapılanların eleştiriyle denetlenme prensibini ayakta tutmak ve Descartes’ın sözlerini daima hatırlamaktır: “Sana ışık tutanlara sırtını dönersen, göreceğin tek şey kendi karanlığındır.”
—–
Not : Dün 24 Aralık, Hıristiyan dünyasının en önemli günü olan Noel kutlanıyordu. Üç semavi dinin mensuplarının kucaklaştığı, ibadethanelerinin sırt sırta vererek aynı ilaha duaların edildiği, dinine, diline, mezhebine, siyasi görüşüne bakmaksızın herkesin komşusuna gülümsediği bir ülke olma umudunu büyüterek, tüm Hıristiyan vatandaşlarımızın Noel Bayramını en içten dileklerimle kutluyorum.