Salı, Nisan 22, 2025
No menu items!
Ana SayfaKöşe YazılarıGarip Turunç Yazdı: Yazı Zor İştir

Garip Turunç Yazdı: Yazı Zor İştir

Garip Turunç‘un Kaleminden: Yazı Zor İştir

Günceli izleyip siyasi/societal yazı yazmak zor iştir. Olaylar, siyaset ve siyasetçilerle at başı koşarsınız, o ana dair hemen o an, üstelik at üzerinde kalem oynatır, eleştirel okumalar yaparsınız. Mesafeli olmanız gerekir. Ama aynı zamanda gözlediğiniz o ortamın dolaylı da olsa parçası haline gelmeniz kaçınılmazdır. Kanılarınız, bakış açısınız, eğilimleriniz vardır. Onlardan etkilenirsiniz.
Türkiye söz konusu olunca iş daha çetrefildir. Bu tür toplumlarda (siyasi, kültürel, ekonomik) cemaatler, onlara aidiyet hali, kuvvetli önyargı ve denetim mekanizmalarıyla hüküm sürer. Ortak değer sahası çok dardır. Faydacılık ve partizanlık had safhadadır. Siyasi hayatta sert iniş çıkışlar yaşanır, üyesi olduğunuz toplum, ilgilendiğiniz meselelerle ilgili olarak aşırı kutuplaşır. Siz de taraf olma baskısıyla karşı karşıya kalırsınız. Taraf olmak güvenli bir eve sığınmak gibidir. Taraftarlarla sarılır, sıkça onların arkasından bakarak yazarsınız. Zor olan ise ortada durmaya, yalnız kalmaya, doğru bildiğinizi yazmaya devam etmek ve demokrasi umudu ve fikrinin meşalesini taşıma geyreti içinde yol almaya çalışmaktır.
Bu ülke bizim, bu ülke hepimizin. Mecburen konuşup sorunlarımızı tartışacağız. Bu enkazdan kurtulup vatanımızı yaşanabilir bir ülke yapmamız gerekiyor. Bir insanın kişiliğine, ahlakına, çalışkanlığına zerre kadar katkısı olmayan; yani iyi insan olmamıza etkisi olmayan etnik köken, inanç, ideoloji farklılıklarını bir tarafa bırakıp herkesin huzurla yaşayabileceği çağdaç bir ülke yapmalıyız. Bunun için konuşup, yazıyoruz.
YAZMAK DA ZOR YAŞAMAK DA
Evet zordur yazmak. Çünkü burası ne Finlandiya, ne Moğolistan, ne de Kanada. Burası hususî bir ülke, burası Türkiye. Doğudan daha doğu, batıdan daha batı varoluşlar yanında, dünyayı aşırı umursamayan insanlarla birlikte, dünyanın içine doğru her gün sıkı yürüyüşler yapanlar da var burada. Ayrıca iç dinamiklerden beslenen değişik bakışların da zihinsel patlamalar yaptığı bir ülke burası. Somut bir olay karşısında bile birbirine çok ters duruşlar bu ülkenin değişmez gerginlik alanları olarak her gün, her olayda yeniden zuhur eder.
Nitekim, şu yaşıma kadar ‘birlik ve beraberliğe her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyduğumuz tarihi günler’den geçmediği bir günü olmadı bu memleketin.
Serbest tartışma ortamını korumadığımız, partiler üstü hayati kararlarda iktidarlar Meclis muhalefetini ve toplumsal desteği arkalarına almayı önemsemediği, eleştirilerden, uyarılardan yararlanmadığı için bir türlü gelmiyor olabilir mi o gün?
Hepimizin geleceğini, ülkenin kaderini etkileyen politika değişikliklerini tartışmanın, ‘ülkemizin dışarda köşeye sıkıştırılmak istendiği bir zamanda dış düşmana hizmet, içeriden sabotaj, operasyon ve ihanet’ sayılmayacağı için bir türlü gelmiyor olabilir mi o gün?
Peki ne yapalım bu durumda, hep susalım mı?
Kuyruğumuzu altımıza kısıp köşemize mi büzülelim, yahut kaplumbağa gibi kabuğumuza mı çekilelim?
Oysa ihanet şöyle dursun, gerçekleri söylemek “vatan borcu” olmak gerekmez mi?
Bundan kaçınalım mı?
Sadece bir tek kişinin doğru ve haklı olduğu bir hastalığa yakalananların değer yargılarına terk edecek kadar az mı seviyoruz bu ülkeyi ki, kulak asmayalım yapılanlara?
İnsanı insan yapan değerlerden mi uzaklaşalım ?
Ünlü Fransız yazar Gustave Flaubert insan olmanın yükümlülüklerinin zorluğu karşısında; “Bir daha dünyaya gelirsem bir karabatak ördeği olmak isterim; çünkü ne bir beklentisi ne de kendisinden beklenen bir şey var” der.
Bizim yaşadığımız coğrafyada olmak, yaşamak, yaşatmak ve yazmak zordu; şimdi daha da zor oldu.
“OLMAK YA DA OLMAMAMAK…”
İngiltere’nin ulusal şairi William Shakespeare’in on dördüncü yüzyılda Danimarka’da geçen “Hamlet’in Trajik Hikâyesi” adlı oyununun vurguladığı çürümüşlük ve kokuşmuşluğun olduğu o ülkenin genç Prensi Hamlet şu soruyu sorar :
“Olmak ya da olmamak, işte bütün mesele bu! Düşüncemizin katlanamaması mı güzel, Zalim kaderin yumruklarına, oklarına. Yoksa diretip bela denizlerine karşı Dur, yeter! Demesi mi? (…) Kim dayanır zamanın kırbacına? Zorbanın kahrına gurunun çiğnenmesine, Kanunların bu kadar yavaş, Yeryüzünün bu kadar çabuk yürümesine, Kötülüklere kul olmasına iyi insanın?, /Bir bıçak saplayıp göğsüne, kurtulmak varken!”
Ülkedeki çürümüşlüğün tek nedeni Kral Hamlet’in hayali oğlu tarafından zehirlenerek öldürülmüş olması ; en başında ülkede hak ve hukukun yok edilmesi geliyordu. Katiller, hırsızlar, kötüler baş olmuş ; iyiler, masumlar, yiğitler öldürülmüş, sürgüne yollanmış Danimarka ya da Manimarka denilen ülkede… Böyle bir durumun Danimarka’yı mahvetmesini isteyen Kral Hamlet’in hayaleti oğluna da dur demesini istiyordu.
Hamlet, “Bir bıçak saplayıp göğsüne kurtulmak varken!..” diyedursun, saray muhafızları, umutlarını yitirmeden sorular sorup, yanıtlar vererek çözüm arayışına girerler:
“Bu gidişle nereye varılır? / Çürümüş bir şey var devlette. / Tanrı düzeltir / Yo, seyirci kalamayız.”
Devleti kuran da insandır, çürümüşlüğün ayrımına varan da. Devleti çürümüşlükten kurtaran da yine insan olacaktır…
Bütün bu oldubittiler karşısında insanoğlunun yaşama dört elle sarılmak ve mücadele etmekten başka bir çaresi de yoktur. İnsan çaresizliğin içerisinde üretebildiği çare kadar yaşama anlam katar ve yaşamını anlamlı kılar. Her insanın yaşamını anlamlı kılan anlar, insanlar ve tutkular vardır… Yaşam da zaten bunlarla daha bir anlam kazanır. Hepimizin tutkuları, tutuldukları ve tutundukları vardır, yoksa da olmalıdır.
Bazımızın ‘kurşun yüklü zamanlar’ dediği anlar vardır. Zamanın o anlarında yaşam da yaşamak da daha bir zordur. Yorulursun yaşamaktan, bıkarsın… Çünkü artık yaşam çoktan bir ‘‘Sisyphus hikâyesi’’ne dönüşmüş ve hepimize yükümüz bölüştürülmüştür.
KENDİ CENNETİMİZİ İNŞA ETMEYİ BİLMELİ VE BECERMELİYİZ…
Bu zorluklar karşısında İnsan tutunacak bir dal, bir dost, yaşama sarılacak anlam katacak bir şeyler arar. Gözlerimizi uzun süre ufuk çizgisinden ayıramayız. İyi bir haber duymak isteriz, Hızır yetişsin isteriz… Zafer kazananın barışı yitireceği bir varoluş savaşında en çok da ‘araftakiler’in örselendiği, acı çektiği ve çığlığının karşılık bulmadığı bir süreçtir bu yaşadığımız.
Rahmetli Ömer Lütfi Mete’nin dizelerinde dile geldiği gibi:
“Civan hazır/Divan hazır/Ferman hazır/Kurban hazır/uçurumun kenarındayım Hızır/…/Başım döner, beynim bulanır/..Topuklarım boşluğun avucunda ../Dikildim parmaklarımın ucunda/Bir gamzelik rüzgâr yetecek/Ha itti beni, ha itecek/Uçurumun kenarındayım Hızır/Ben fakir/En hakir/Bin taksir/Ateşten/Kalleşten/Mızrakla gürzden/Dabbetülarz’dan/Deccal’dan yedi düvelden/Korku nedir bilmeyen ben/nutkum tutuluyor, ürperiyorum/ Saniyeler gözlerimde birer can/Her saniyede bir can veriyorum”
Ömer Lütfi Mete gibi ölüme sığınan Hamlet de Kral babasının ruhu oğluna görünüp gerçeği dile getirir:
“Aç kulağını, Hamlet! Kandırıldı millet!/Güya ben bahçemde uyurken/Zehirli yılan sokmuş./Herkes inandı. Yalan!/Bil ki,/Babandan can çalan yılan/Başında taçla şu an.”
Fakat bütün bu olan bitene karşın Albert Camus’nün belirttiği gibi “İnsan, anlamsızlığına ve tüm baskılara karşın yaşamı yenmek zorundadır”.
Öyle ya, başkalarının cenneti olan bizim cehennemimiz olsa bile, biz de kendi cennetimizi inşa etmeyi bilmeli ve becermeliyiz…
RELATED ARTICLES

Yorum Yaz

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

EN SON HABERLER