Perşembe, Kasım 21, 2024
No menu items!
Ana SayfaKöşe YazılarıGarip Turunç'un Kaleminden: Demokrasiden Uzak Savunmasız Bir Toplum

Garip Turunç’un Kaleminden: Demokrasiden Uzak Savunmasız Bir Toplum

Garip Turunç yazdıDemokrasiden Uzak Savunmasız Bir Toplum

Yeni girdiğimiz yılın bu ilk günlerinde, bir şey yazasım yok, bir şey konuşasım yok. Yazsan ne yazar bu ülkede, bu dünyada? “Yıllardır yazıp çiziyorsun, ne değişti, ne düzeldi, yorulmadın mı?” gibi umutsuzluk, karamsarlık fışkıran cümleler uçuşuyor kafamda. Ama, üyesi olduğumuz toplum; açlık, yoksulluk, adaletsizlik, savaş, işkence politikalarıyla terbiye edilmeye çalışılırken, korku ve karamsarlık yaygın ve kronik bir ruh haline dönüşürken hiçbirimiz oturup durumu seyredemeyiz. Sorumluluk duygusuna sahip her bir aydın, siyasetçi, yazar veya entelektüelin elini taşın altına koyarak topluma öncülük etme görevi vardır. Acilen ve acilen demokrasi bloğunu inşa etme mecburiyetindeyiz. Türkiye toplumunun ezilenleri, ötekileri, demokrasi yanlıları, cumhuriyet değerlerine bağlı olanları, eğer bugünlerde bir araya gelemiyorlarsa, bir daha asla bir arada duramaz, bir arada yaşayamazlar.
Toplumların tarihinde bazı yıllar vardır ki, önemi, anlatılamayacak kadar büyüktür.
2022 de o yıllardan biridir. Çünkü 2022, ister bir seçim yılı, ister seçimlerden önceki son yıl olsun, Türkiye Cumhuriyeti için ‘tamam mı’, ‘devam mı’ yılıdır.
Siyasetse siyaset ve evet, (erken) seçimse seçim! Türkiye halkı kördüğüm olmaya koşan bu rejimin düğümünü çözerek ilerici insanlık birikimine de sahip çıkmış olacaktır.

***

60’li yılların ikinci yarısında Amarikalı ekonomist, sosyolog ve yazar Vance Packard’ın “The Naked Society” (Çıplak Toplum) adlı kitabı Fransızcaya “Une société sans defense” (Savunmasız Toplum) adıyla çevirilip yayımlandığında Fransa’ya ilk geldiğim o yıllarda okumuştum. Türkiye Cumhuriyeti’nin vatandaşları hiçbir zaman savunmasız olmadı. Epeyce çağdaş bir anayasası, çağdaş ve uygar yasaları, Cumhuriyet devletinin kendini ve halkını koruyacak Anayasa Mahkemesi, Danıştay, Yargıtay ve Sayıştay gibi kurumları vardı… Toplumu koruyan zırhlar vardı.

Vardı ama kendilerini çağdaş ve demokrat sananlar da vardı; Milli Görüş partilerinin DNA’sını taşıyan insanların gömlek değiştirerek Cumhuriyete saygılı, demokrasiye bağlı siyasetçilere dönüşebileceklerine inanıyorlardı. Bunların rüzgârını arkasına alan AKP, toplumun sarsılacağı, ülkenin tükeneceği, millî varlıkların heba edileceği, yolsuzlukların, çarpıklıkların, rüşvetin, haksızlığın her geçen gün daha da artacağı yıllara savrularak, Cumhuriyetin koruyucu kalelerini yıktı, zırhlarını parçaladı.

Bunun sonucu olarak 2002 yılında demokratik olan ülkenin düzeni yavaş yavaş tek adam rejimine dönüştü. Ve bunun sonucu olarak sadece toplum değil bizzat Cumhuriyetin kurumlarıyla birlikte kendisi kasp edilmiş, çıplak ve savunmasız kaldı.
Dikkat etminişsinizdir; Sayın Erdoğan, uzun zamandır cumhurbaşkanı şapkasıyla konuşmuyor. Aslında bugün Türkiye’deki makam boşluğu burada. Türkiye’de cumhurbaşkanlığı makamı boştur. Yani, evet seçilmiş bir cumhurbaşkanı var ama cumhurbaşkanı rolünü oynayarak bütün milleti birleştirebilen, ortak bir hedefe yöneltebilen, herkesi kucaklayabilen, herkese hitap eden bir cumhurbaşkanı var mı? “Şahsım Devleti” iktidarını korumak için giderek gerginleşen, açıkça tehdit eden, yeniden anayasaya (34. Maddesi) aykırı konuşan bir AKP Reis-i Umumisi var.
“Utanmadan sıkılmadan sokaklara döküleceklermiş. 15 Temmuz’da sokağa dökülenlere bu millet nasıl dersini verdiyse, siz de aynı dersi evvel Allah alırsınız. Bizler Cumhur İttifakı olarak hepinizi önümüze katarız ve gideceğiniz yere kadar kovalarız.”

Kılıçdaroğlu ne dedi, bakalım:
“Sokağa çıkmamızı istiyor ama çıkmayacağız. Bizim kitabımızda sokağa çıkmak diye bir şey yok. Tam tersine. Arkadaşlara ‘taşkınlık yapmayacaksınız, sokaklara çıkmayacaksınız, büyük sabırla sandığı bekleyeceksiniz’ diyoruz. Sanki biz sokağa çıkın diye talimat vermişiz. Bizim sokağa çıkmamızı istiyor, çıkmayacağız. Zorlayacak, çıkmayacağız.”

Bu, Türkiye Cumhuriyetinin kurulduğu dönemden beri en büyük zaaflarından biri olan ‘delegasyon demokrasisine bir gönderme kuşkusuz. Buna göre, yurttaşın demokrasiye tek katılım hakkı dört yılda bir oy vermekten ibaret. Yurttaş, ülke meselelerinde söz sahibi olma hakkını oy vererek politikacı zümresine delege ediyor ve bundan sonraki seçime kadar etliye sütlüye karışmıyor. Bu tip bir demokrasi biçiminin ‘plebisiter otoriterlik’e dönüşmesinin ne kadar kolay olduğu âşikar. Zaten Cumhurbaşkanının ‘milli irâde’ olarak tanımladığı da bu; dört yılda bir oy verilen ve halkın iktidarın hiçbir şeyine bir sonraki seçime kadar karışamadığı yönetim biçimi. Kılıçdaroğlu’nun versiyonuyla, parti-devlet rejimininkinin arasındaki tek (ancak yine de önemli) fark, ikincisinin seçimin kaybedeni olarak gördüğüne dilediğince eziyet edebileceğini düşünmesi… Ezcümle, ikisi de demokrasi değil. Açlık, yoksulluk sınırında yaşayan bir halka, “aman sesini çıkarma, seçime kadar sus” demenin travmatik toplumsal sonuçları olmayacağını düşünmek ahmaklık.

***

Evet, çok zor zamanlardan geçiyoruz. Bu ülkenin en büyük hassasiyetlerinden biri olan “vatan” açlıkla, yoklukla, yoksullukla bölündü. Son günlerini huzur içinde geçirmek yerine ekmek kuyruklarında bekleyen emekli kendini bu vatanın “aziz yurttaşı” olarak göremiyor. Işıltılı gökdelenlerle, tek göz odalı karanlık evler böldü vatanı. Işıltılı kocaman masalarla, kuru ekmeğin paylaşıldığı sofralarla ayrıldık. Geçilmeyen köprülere, gidilmeyen havalimanlarına ödenen vergilerle bölünüyor vatan. Ve bu bölünme her geçen gün daha fazla artıyor. Bıçak kemiğe bunca dayanmışken açlığı konuşup haysiyet ve hassasiyeti yeniden kazanma vaktimiz gelmedi mi?

Geçen hafta FOX TV’de “Sözüm Var” programına çıkan MAK Araştırma Başkanı açıklıyor: AKP yüzde 30! CHP yüzde 20 bandında. Bravo! Parlamenter sisteme geçelim istiyorsunuz ama ilk seçimde AKP yüzde 30’la birinci parti çıkarsa cumhurbaşkanı yasa gereği hükümeti kurma görevini ona verir ve MHP’yi de yanına alarak tekrar iktidar olur. Buna karşı bir stratejiniz var mı?
Aynı günlerde yayımlanan, Kadir Has Üniversitesi’nin 11 yıldır yaptığı Türkiye Eğilimleri Araştırması’nın siyasetle ilgili sonuçları da çok farklı değil. “Katılımcıların yüzde 55.7’si cumhurbaşkanlığı hükümet sistemini tercih ederken ancak yüzde 44.3’ü parlamenter sistemi benimsediğini belirtiyor. Parlamenter sisteme geçelim diye bir talep çoğunlukta değil.

Hatta katılımcılar “Demokratik siyasal sistem ile yönetim” tercihini çok iyi ve iyi olarak değerlendirirken, yarısı da “parlamento ve seçimlerle uğraşmak zorunda kalmayan güçlü bir lidere sahip olmak” tercihine olumlu yaklaşıyor. Ve hatta katılımcıların yüzde 58.4’ü, “Gençlere Türk milletinin manevi değerlerine sahip çıkmayı öğretmenin demokrasi eğitimi vermekten daha önemli” olduğunu belirtiyor!

Bu yaklaşımın kaçınılmaz sonuçlarından biri, pozisyonumuzu ne söylendiğinden, ne yapıldığından çok, kimin söylediğinin veya yaptığının belirlemesidir.

Akıl birazcık başını kaldırdığında, limbik sistemin beyin kabuğuna ipoteği devreye girip bizimkilerde hikmet, ötekilerde hinlik bulma ferasetini gösteriverir.

***

Bunun nasıl mümkün olabildiği üzerinde düşünülmeye değer bir mevzuudur. Amerikalı toplum yazarı Eric Hoffer “Değişim Sancısı” başlıklı kitabında şunları söyler:

“Asıllarına sahip olamadığımız şeylerin yeterli miktarda ikamesini elde etmemiz asla mümkün değildir. Kendimizi makul ölçüde iyi bulmak ve vasat bir kendine güvene sahip olmak bize yetebilirse de, kutsal bir davaya olan inancın aşırı ve uzlaşmaz olması gerekir. Bir ulus, bir ırk, bir lider veya bir partiyle özdeşleşmekten doğan gurur, aşırı ve küstahçadır. İkame bir şeyin asla organik bir parçamız olamayacağı gerçeği, o şeye bağlılığımızı tutkulu ve hoşgörüsüz kılar.”

Demek ki kırılan milli gurur, öz güven eksikliği, bireysel itirazları baskılamak ve sosyal yapıları kuvvetlendirerek kitlelerin dizginlerini ele almayı arzulayan liderlere müthiş imkânlar sağlayabiliyor!

Hoffer aynı kitabında Çin, Hindistan, Endonezya gibi Asyalı milletler için de şunları söyler:

“Özgürlük ve adalet mi istiyorlar? Hayır. Doğunun tamamını kuşatmış olan bu patırtı, bir gurur arayışının ifadesidir. Asya’daki yığınlar, gurura duydukları açlığı yatıştırmak için her türlü ekonomik çıkarı ve hatta hayatlarını feda etmeye hazırlar. Bu ağzı alabildiğine açık insanlar denizi, ekonomik sıkıntılar ve beklentiler için değil, meydan okumak için kükrüyor. ../.. Kendine güven duygusunun ve öz-saygının ulaşılmaz görünmesi durumunda, yeni bireyleşmiş kişi, tahrip gücü yüksek bir patlayıcı halini alır. Mutlak bir gerçekliğe sarılmak ve kendini bir liderin veya bir topluluğun -bir ulus, bir cemaat, bir parti veya bir kitle hareketinin- yaptığı olağandışı şeylerle özdeşleştirmek suretiyle bir değerlilik ve kendine güven duygusu oluşturmaya çalışır.”

Eğer kutuplaşmanın ve kitlesel bir cinnetin bizi sürükleyeceği felaketten kurtulmak istiyorsak milli onuru istismar etmeyi bırakıp “öz güvenli ferdi” yeniden inşa etmek zorundayız.

Bertolt Brecht’in Galileo Galilei’sini anımsayalım Yakılarak öldürülmemek için yargılanırken “Dünya yuvarlaktır” iddiasından vazgeçer. Düş kırıklığına uğrayan öğrencisi “Kahramanları olmayan topluma ne yazık!” diyerek tepki gösterir… Brecht’in Galileo’sunun yanıtı ibret vericidir: “Asıl kahramanlara ihtiyaç duyan topluma ne yazık!”

Günümüzde Türkiye’nin “kahramanlarını” düşünün, Brecht’in verdiği dersin önemi daha da büyür!

RELATED ARTICLES

Yorum Yaz

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

EN SON HABERLER