Pazar, Kasım 24, 2024
No menu items!
Ana SayfaKöşe YazılarıProf.Dr.Garip Turunc Yazdı.ANOMİK HALİMİZ AHVALİMİZ

Prof.Dr.Garip Turunc Yazdı.ANOMİK HALİMİZ AHVALİMİZ

                

Prof.Dr.Garip Turunc Yazdı.

 

ANOMİK HALİMİZ AHVALİMİZ

 

Öğrencilik ve akademik hayatımı geçirdiğim Bordeaux Üniversitrsi’nde 1887’de çalışmaya başlayan, sosyolojinin kurucu babaları Emile Durkheim tarafından kullanılan anomi kavramı toplumsal bir hastalık olarak kural tanımazlığı ifade eder. Başka bir ifadeyle, toplumsal yapıdaki normlar ve kuralların işlevini yitirmesiyle ortaya çıkan başıbozukluk, dengesizlik ve karmaşa durumu anomiye tekabül eder. Usulsüz imar, ihale gibi sorunlardan kaçak yapı ve kaçak elektrik kullanımına, devletten maaşın kesilmemesi veya maaş bağlanması için resmen boşanıp fiilen/dinen(!) evli yaşamaktan, zekâtı vergi borcuna sayma kurnazlığına değin sayısız kuralsızlık birer anomi göstergesidir. Bireysel davranışları tanzim edici sosyal ahlak normlarının alt üst olmasını ve davranışlar üzerinde müessir kuralların bulunmamasını ifade eden anomi halinde toplumsal dokular gevşer, maşeri vicdan derinden yaralanır, doğru-yanlış konusunda ahlâkî rehberlik kaybolur ve nihayet yön yitimi kaçınılmaz olur.

 

Son yıllarda akademik alanda yapılan araştırmalar, “Nüfusumuzun yüzde 85’i kuralsızlık ortalamasını aşan tavırlar ve anlayışlar içinde” ifadesi vahim vaziyeti yeterince açıklıyor. Belli ki toplum olarak kuralsızlığı kural gibi algılamaya teşne halde yaşıyoruz. Hemen her birimiz her türlü kuralın esnetilebileceğine veya arkasından dolanılabileceğine dair güçlü bir inanç taşıyoruz. Kural esnetmeyi ve çok kere de kuralı bertaraf etmeyi normal bir davranış olarak görüyoruz. Hâl böyle olunca, memleketteki her on kişiden yedisi memuriyet veya bir mevki için torpil gerektiğini, her on kişiden altısı amaca giden yolda her şeyin mubah olduğunu ve yine her on kişiden beşi zamana ve mekâna göre ahlâkî normların pekâlâ değiştiğini rahatlıkla söyleyebiliyor.

 

Tanzimat’tan beri parçalanmış bir zamanın yaşandığına atıfla modernleşme sürecinin yarattığı sancıların psikolojik izdüşümlerine dikkat çeken Tanpınar’ın söylediği gibi her daim içimizden ikiye bölünmüş halde yaşıyoruz, yaptığımızın çoğuna tam inanmıyoruz; çünkü bizim için başka türlüsünün de daima mevcut olduğunu düşünüyoruz. Bundan dolayı da kendimize birkaç farklı meşruiyet ölçütü oluşturuyoruz. Böylece kendi kendimize verdiğimiz veya başka birinden istimdatla elde ettiğimiz cevaz fetvasıyla yolumuzu bulmayı başarırız. Hele bir de iktidar paylaşımı mensubiyetimiz varsa, bu durumda üçüncü bir kapımız olur. Üç ayrı meşruiyet ölçütü ve bir o kadar da çıkış kapısı bulunan kişinin “güvenilir insan” profili çizmesi mümkün değildir. Çünkü böyle bir insan üç ayrı kişilik, üç ayrı doğru, üç ayrı çıkış yoluna sahiptir. Kendimize bol seçenekli meşruiyet ölçütleri oluşturmamızın asla güven telkin etmeyen, her an farklı ölçütler arasında sörf yapabilen, dolayısıyla ne zaman ne yapacağı kestirilemeyen bir insan tipi ürettiği izahtan varestedir. Hastalığın tedavi yeri politika değil, simgesel/toplumsal genlerdedir. Politika – uslup/nefred dili – en hasta tarafımızdır.

 

NEFRET DİLİYLE BESLENEN TOPLUMSAL AHLAKÎ HASTA TARAFIMIZ

 

Partili Cumhurbaşkanlığı amorf sistemi, yurttaşlarımız arasında saygı, sevgi gelenek, ülküdaşlık, dayanışma kavramlarıyla birlikte toplumsal ahlakı da yok ediyor…  Halkımızı yandaşlar ve karşıtlar diye bölüyor. Politikaları belirleyen şey temel haklar değil, dini, ideolojik talepler ile ekonomik çıkar oluyor. Politik güç hemen her zaman iktidarı destekleyen grubun lehine, karşı olanın aleyhine işleyerek “biz” ve “onlar” ayrımını canlı tutuluyor.

Şeytanlaştırma tek taraflı işleyen bir mekanizma değil. Bütün taraflar, birbirlerini şeytanlaştırıyor. Yankı odalarına hapsolma durumu var. Herkes kendi tarafının sesini dinlemeye meraklı. Herkes Türkiye’nin kendi dünyasından ibaret olduğunu düşünüyor. Karşı tarafı ikna etmek, karşı tarafa oy verenlere seslenmek, karşı tarafta yer alanlarla sağlıklı diyalog kurmak gibi arayışlar yok. Ana muhalefet partisinin liderine yönelik sergilenen apaçık bir nezaketsizlik karşısında hepimiz ortaklaşıp “Bu bir nezaketsizliktir” diyemiyoruz.

Geçtiğimiz hafta içinde CHP lideri Kılıçdaroğlu’nun Çorum ziyareti sırasında yaşanan, ülke adına hepimizi endişelendirmesi gereken olayı izlemişsinizdir. Olay şöyle cereyan ediyor… Kılıçdaroğlu, sokakta gezdiği sırada yanında çocukları da bulunan bir kadına selam veriyor, “Nasılsınız, iyi misiniz?” diye soruyor. Kılıçdaroğlu’na sert bir tavır sergileyen kadın “Çocuğuma dokunma” diyerek bu insani tavra tepki gösteriyor. Hele de kadının Kılıçdaroğlu’nun arkasından “Hadi yürü, yürü” diye bağırması var ki insan olarak hepimizi utandıran bir durum.

Bir başka örnek. Birkaç ay önce, Halk Ekranı adlı YouTube kanalında, pek eğlenceli bir sokak röportajı yayınında Ak Partili vatandaşlara soruyorlar:

 

“Kılıçdaroğlu yüzümüzü Avrupa’ya dönmeliyiz dedi. Ne diyorsunuz?”

 

Ne diyecekler, Kılıçdaroğlu adını duyar duymaz otomatik bant kaydı başlıyor dönmeye. Kılıçdaroğlu’nun saçmaladığından, ne dediğini ve ne yaptığını bilmediğinden giriyor, bir dediğinin öbürünü tutmadığından çıkıyorlar. Bugün başka, yarın başka konuşan da Kılıçdaroğlu’ymuş, öğreniyoruz bu arada.

 

Son anonsları kaçırmış. AB artık dost, düşman değil. Listeler Beştepe’de güncellendi ama haber herkese ulaşmadı demek.

 

Tabii turpun büyüğü yine arkadan geliyor.

 

Muhabir arkadaş, soruyu düzeltiyor:

 

“Pardon, Kılıçdaroğlu değil Erdoğan söylemiş onu!”

 

İstifini hiç bozmadan, hemen ağız değiştiriyor AK Partili vatandaş. “Erdoğan söylediyse vardır bir bildiği, doğrudur”la başlıyor, yüzümüzü niye AB’ye dönmemiz gerektiğini bir güzel izah ediyor.

 

Bir küs bir barışık ilerleyen dalgalı, fırtınalı aşk serüvenleri böyledir.

 

Gerçeğe hep kalın bir sis bulutunun ardından baktırırlar. Sular bir türlü durulmaz. Kafalar daima dumanlı ve karışıktır, mevzu asla netlik kazanmaz. Görüş mesafesi, burnunuzun dibini bile göstermez.

 

Sıtkı sıyırana dek, bir buhrandan öbürüne sürükler durur oynak aşklar.

 

Toplumu anomi hastalığına yakalatmış durumda.

 

Nihayetinde siyasette oluşan atmosfere baktığımızda, bizzat bilgiden ve vizyondan yoksun siyasetçiler tarafından toplumun bir kirliliğe maruz bırakıldığını görüyoruz. Dolayısıyla ortaya çıkan manzara, cehaletle cehaletin alışverişi şeklinde cereyan etmektedir.

CEHALETLE CEHALETİN ALIŞVERİŞİ’NDEN KAYNAKLANAN ÇÜRÜME

Ne geleneksel aklı, ne de modern aklı gereği gibi davranıyoruz. Gerçek anlamlarını yitirmiş absürd sözcüklerle konuşmaya devam ediyoruz. Algı kurbanları olarak, birbirimizle çatışıyoruz, algılarımızı yönetenlerle değil. Medya uyuşturucuları, hizip, cemaat, parti/mezhep uyuşturucuları tarafından zihinlerimiz malûl hale getirildiği için, bütün yalanlara kolaylıkla inanabiliyoruz. Herkes bize yalan söylemeye cesaret edebiliyor. Algılarımızı, bilincimizi İslami anlamda temizleyemediğimiz, arındıramadığımız için, zihinsel durumumuz bağımsızlığını yitirmiş, her tür yanlış yönlendirilmeye açık hale gelmiştir.

 

Piyasaya, tüketime, hiçliğe, hazza, modaya, narsizme, ahlaksızlığa/edepsizliğe köleliğin özgürlük sayıldığı bir dünyada yaşıyoruz. Kendimizi İslami bir topluma nispet ediyoruz, ancak, İslam hiçbir şekilde hukuka, siyasal/ekonomik/toplumsal düzene yansıtılamıyor. Her durumda siyaset tarihle birlikte hareket eder. Bağımsız bir siyasal irade ortaya koyamayan toplumumuz, bu nedenle bugünün korkunç tarihinin kötülüklerine bağımlı hale gelmiştir. Etkin siyaset üretemeyen toplumumuz, sonu belirsiz siyasal süreçlerle ve stratejik belirsizliklerle sınanıyor. Toplumumuzda adalet ilkesinin yerini maalesef koltuk istikrar ihtiyacı almıştır. İzlemişsinizdir; birkaç gün önce, 17-25 Aralık 2013’te patlayan Cumhuriyet tarihinin resmi en büyük yolsuzluk ve rüşvet olayının, dört bakandan önemli bir ismi dönemin Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar’ın gündeme bomba gibi düşen “itirafları”nda; orada bir yerlerde “Ne yaptıksa birlikte yaptık” diyerek tarihe not düşen sancılı bir adam var. Soru şu: Yaşanan süreç içinde acaba daha kaç kişi “Ne yaptıysak birlikte yaptık” diyordur, diyecektir?… Eski Bakan Bayraktar, ‘Hakkımdaki iddialar doğru’ diyor ama bir şey daha söylüyor; ‘Bende para yok’ diyor. Peki o dönem para alanlar, evinden para çıkanlar, ayakkabı kutusundan çıkan paralar, ‘Oğlum sıfırlayabilir misin’ diyenler yargılandı mı? Hayır.

Toplumumuz adalete yabancılaştığı gibi, toplumsal bünye de, büyük çelişkilerle yaralanıyor. Sahip olanlarla, olmayanlar arasındaki mesafe büyüyor. Sahip olanların kibri yüzünden, görgüsüzlükleri, kabalıkları yüzünden kendilerine ulaşamıyoruz. Paranın gözü kör olsun.. Görmemiş, doğru dürüst tüccar bile olamamış insanlar, din ile siyaset tüccarlığını yüceltip ülkeye egemen olunca, belki onlar dibi görmezler, para ve zenginlik içinde yüzüp dururlar ama bu millet, çoğunluk olarak dibi boylar, millet demek ülke demek olduğuna göre… Anımsayın, o dönem halk, seçmenleri “çalıyorlar ama çalışıyorlar” diyerek durumu kabullenmişti. Ama şimdi?!

Tuhaf zamanlar yaşıyor ülke; eskiden, “Ahlâklı olmak için dine ihtiyaç yok” diyen seküler çevrelere karşı dinsiz bir ahlâkın olamayacağını savunulurdu. Gariptir ki şimdi de, “Dindar olmak için ahlâka ihtiyaç yok” anlamına gelen bir “müslümanlık” anlayışına; iyi müslüman olmayı kılık kıyafete, modern hayata, formel ibadetlere, bazen de siyasi aidiyetlere indirgeyen zihniyete karşı ahlâksız dindarlık olamayacağını savunmak durumunda kaldık.

 

Ahlak, bilindiği gibi, doğruluk, dürüstlük ve erdemin bütünlüğüdür. Bu değerlerin, ülke yönetiminden başlayarak aşırı derecede aşınması sonucu oluşan ortamın toplumsal yaralar açması kaçınılmazdır. Hukukta yaşanan olumsuzlukların, demokratik duyarlılık yokluğunun ve iç denetim eksikliğinin beslediği ahlak yıkımı, düşünce yaşamından ekonomiye, basın-yayından üniversiteye, toplumsal yapının tamamını bir ahtapot gibi sarıyor. Özellikle kamu ihaleleri, kamuya ait doğal kaynakların ve tesislerin yağma edilircesine satışı, kamuda işe almalarda sergilenen yandaş yaklaşımı, son zamanlarda yeni boyutlar kazanıyor.

 

İktidarın çevresinde kümelenen kimi üst düzey bürokratın “ dört-beş yerden” maaş almalarının, bu maaşların yasa ve yönetmeliklere uygunluğundan ve yüksekliğinden bağımsız olarak, ahlaki açıdan onaylanır hiçbir yönü yoktur ve olamaz. İktidar bu konuda da tam bir duyarsızlık gösteriyor; daha doğrusu, başta basın-yayın olmak üzere toplumun ses çıkarması gereken kesimleri çok büyük ölçüde iktidara bağımlı kılındığından, meslek kuruluşları ve sendikalar ise zayıflatıldıklarından, duyarsız kalabiliyor. Daha da ahlak dışı olan ve siyasal ekonomi açısından asla gözden uzak tutulmaması gereken yüksek çoklu yüksek maaşların yoksul halkın ödediği vergilerden karşılanıyor olmasıdır. Özetle, ahlaksızlık, siyaseti, toplumu de çürütüyor!

 

“Hocam, annem babam beni tüp bebek olarak dünyaya getirmişler ve bunun masrafını karşılamak için de bankadan kredi çekmişler; şimdi ben caiz miyim? Hocam, ben sevdiğime dua ediyorum, o da kendi sevdiğine dua ediyor; kimin duası kabul olur? Hocam, evde temizlik yaparken elektrik süpürgesiyle karıncaları çekiyorum, bunun günahı var mı?” gibi beyin yakan sorulara TV ekranlarından cevap verip tüm milleti ve memleketi karanlıklardan aydınlığa çıkaran profösör “hocalar”ın din söylemlerini siyasi iktidar seviyor. Üstelik böyle hocaları öyle bir seviyor ki içlerinden “televangelik vaizlik”te üstün başarı gösterenleri ödül üstüne ödülle de taltif ediyor. Mesela, zikri geçen soruların tümüne tek tek cevap veren “hocamız”ı, televizyon vaizliği ve gazete köşe yazarlığı baki kalmak üzere, “İslam Bilim ve Teknoloji” isimli bir üniversitenin rektör koltuğuyla taltif ediyor; ama yetmez, YÖK üyeliğiyle de taltif ediyor; fakat bu da yetmez, ikinci kez YÖK üyeliğiyle taltif ediyor… Böylece hâkim siyasi irade İlahiyat fakültelerinin YÖK nezdindeki temsilini, “Hocam, tüp bebek olarak dünyaya gelmişim; ben caiz miyim?” gibi çok ciddi teolojik/ontolojik soruların altında kalkma dirayetine sahip bir ilim/bilim deryasına devretmekle millet ve memlekete büyük hizmet ediyor…

 

Neyse, işin muhabbet tarafı bir yana, bu “televangelik vaiz hocamız” nedense yukurda söz ettiğim kamu ahlakını çürüten hırsızlıktan, yolsuzluktan, bakanlık koltuğunda devleti kendi özel şirketinin en yağlı müşterisi yapmak gibi ahlaksızlıklardan bir kez bile söz etmez…

 

Ancak, hiç unutulmasın ki, ahlaki değerleri ıskalayan toplumlar, sıradanlaşmaktan ve savrulmaktan kurtulamazlar.

 

RELATED ARTICLES

Yorum Yaz

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

EN SON HABERLER