Prof. Dr. Garip Turunç: Modernlik Batı’da geçmişin geleceği büyük ölçüde belirlediği ve anlamlandırdığı bir süreç olarak yaşandı. Geleceğe yatırım üzerine kurulu çekirdek aile nosyonu, yarın için bugünü feda etmeye hazır nesiller üretirken; bu hayalin ortaklaşa yaşanması da ‘toplum’un psikolojik harcını oluşturdu. Böylece çeşitli yerelliklere ve inançlara mensup insanların bir tür ‘birliktelik’ ve ‘ortaklık’ fikrine gelmeleri mümkün oldu. Dolayısıyla kritik nokta tarihsel süreç içinde eşitlik bağlamında bir araya gelemeyen insan gruplarını ‘gelecekte’ eşitleyecek güvenilir sistemlerin oturtulmasıydı.
Türkiye Cumhuriyeti, demokrasinin, modernliğin meşruiyeti için gereken bu önkoşulu bir türlü kavrayamadı, gerçek halkı veri alan ve o halkı demokratlık/modernlik etrafında bütünleştiren bir toplum tasavvuruna sahip olamadı. Demokrasi bu ülkeye tepeden indirildiği, uğrunda mücadele edilmeden verildiği için anlamı ve değeri bilinmedi. Zaten insan haklarından da hak edilmediği için kolayca vazgeçilebiliyordu. Ama tepeden inmiş, tepsi içinde sunulmuş olsa da kapıp sahiplenmek mümkündü, özgürlüğün, eşitliğin ve uygarlığın sunduğu nimetleri… Oysa toplumun bir bölümü, elinin tersiyle itmişti hakkı olanı. Niçin mi? Muktedirlerin çobanlık merakı…
EMİR’DEN SONRA İMAN SOPASI
Toplum tabanını eğitmeyen bir devlet, ne çocuğa ne de erişkine insanca bir yaşam sağlayamadığı gibi; nüfusu tıpkı çoban gibi hotzotla yönetmek zorunda kalır. Baskıya alıştırılmış kalabalıkları gütmek içinse iki yöntem vardır yalnızca: Emir ya da iman sopasını kullanmak. Türkiye, eğitemediği vasıfsız kalabalıklarını gütmek için her ikisini de kullandı. Demokrasiye geçiş sürecini önce emre karşı imanı kullanarak, iman azdığında emirle ezerek dengelemeye çalıştı.
Ne emir, ne de imanla yöneten hiçbir hükümet, kalabalıkları sürü, kendilerini de çoban olmaktan çıkaracak üçüncü yolu; demokrasiyi özümseyip savunacak bilinçli yurttaşlar yetiştirmeyi denemedi. Tam tersine. Türkiye’nin çobanlığına talip olanlar, seçimle işbaşına gelebilmek için demokratik olgunluğa erişmemiş toplum kesitinin tebaa güdülerine taviz verdiler. Yasaları çiğnediler ve çiğnettiler. Rüşvet dağıttılar. Haksız, vergisiz ve kolay kazanca alıştırdılar. Cumhuriyet değerleri, demokrasi bilinci, yurttaşlık ahlakının yerine; Diyanet ve İmam Hatip Lise’ler aracılığıyla kutsal emre itaatten başka bir şey olmayan, üstelik mantığı tartışılamayan din kurallarını koydular. Hatta gerçek dinle ilgisi olmayan mübahlar, yasaklar uydurdular! Sonuçta yeni bir sınıf yaratıldı, Türkiye’de. Ve toplum iki bölündü, kutuplaştırıldı. Bir tarafta din toplumunda yaşamak isteyip de laik bir toplumda yaşamak zorunda kalanlar ; diğer tarafta laik toplumda yaşamak isteyip de din toplumuna dönüşme zorlamasına katlananlar. [Sosyal medyada, sokak müzisyenlerine “İmanım müsade etmez, çaldırmam” diye saldırdıları izlemişsinizdir]
Ülkemizin sürüklenmek istendiği bu ikili kimlik, artık uzlaşmaz duruma sokulan toplumsal gerginliklerin asıl kaynağıdır. Normal olmanın, sakin, endişesiz ve korkusuz bir hayat sürmenin nasıl bir şey olduğunu unutmuş olmamız gerçeğini ve buna olan ihtiyacı değiştirmiyor. Olağanüstü gergin, kutuplaşmış, empatiden yoksun ve yaftalıyıcı bir kalabalık olduk. Zihnimiz geleneğin boşluğunda, gözümüz modernliğin çekiciliği/cazibeliyi dünyasında, yuvarlanıp gidiyoruz. Belki zaman zaman modern dünyaya bakışımızı ve hayat akışımızı sorgulama ihtiyacı hissediyoruz; fakat biraz düşünüp taşındıktan sonra hep şu noktaya varıyoruz: Gelenekle olmuyor, gelenekten kopulsa olmuyor; moderniteyi ıskalayan bir hayat tercihi ise hiç olmuyor…
İranlı ünlü filozof Daryush Shayegan’ın dediği gibi birbirlerini iten ve karşılıklı olarak biçimsizleştiren bağdaşmaz dünyalar arasındaki çatlağa düşmüş halde yaşamamız hem düşünce dünyamızda derin yarıklar oluşturuyor hem de iç benimize riyakârlık (ikiyüzlülük) tohumları saçıyor. Sonuçta, iki ayrı dünyanın arasındaki çatlakta yaşayan bizler dinî ve fikrî söylemlerimiz ile edip eylemelerimiz arasındaki derin çelişkileri ilk planda görmezden geliyor, fakat bir süre sonra kabullenmeyi tercih ediyoruz. Şu kadar devlet, bu kadar demokrasi, bir o kadar tarih tecrübesinden sonra geldiğimiz yer burasıdır. Siyasetin işine yarıyor, kolayına geliyor, faydası oluyor diye koskoca bir ülke aynı yolun yolcusu oldu, çıktı.
“TEK ADAM İKTİDARI”
İşte Cumhurbaşkanı’nın zaman zaman çok açık ifade ettiği bu “dinsel kurallar toplumu”, kuruluş felsefesi “bağımsız ülke – laik toplum-çağdaş yaşam” olan Atatürk Cumhuriyeti’ni dönüştürmek amacıyla zorlanmaktadır. Kimi yerde “İslam bizim temel şiarımızdır”, kimi zamanda “Ulemaya sorulması lazım”, kimi alanda “Şeriat hukukuna dönülmelidir” gibi sözlerle bu niyet açıklanmaktadır. AKP tarafından ifade edilen bu “dinsel kimlik”, ortağı MHP tarafından “dar anlamlı milliyetçilik” de eklenerek desteklenmektedir.
Böylece siyasal çatışmanın asıl ikilemi bu olduğu halde, bu uzlaşmaz durumun üstü örtülerek, ekonomik sıkıntılar, işsizlik ve hayat pahalılığı, satılan ulusal kurumlar üzerinden bir muhalefet yapılmaktadır. Oysa asıl çatışma “dinsel yaşam- laik yaşam”, “dinsel eğitim- laik eğitim”, “iktidara bağlı hukuk- bağımsız hukuk” üzerinde yapılmalıdır. Bu da açıkça “Tek Adam İktidarı” ile “Denetlenebilir iktidar- Güçler ayrılığı” üzerinden doğrudan mücadele gerçeğini ortaya koymaktadır.
Zira, bugün Türkiye’de bilinçli olsun olmasın halkın büyük çoğunluğu (kabaca dörte üçü) artık başında çoban istemiyor. Abaya da sopaya da doydu bu millet. Kaybettiği demokrasiyi geri istiyor. Demokrasi laiklik demek, özgürlük demek. Demokrasi adalet demek, hak demek, hukuk demek, ama adaleti de hakkı da hukuku da hak etmek gerek. Bir bedeli var: Uğrunda mücadele!
Öyleyse, haydi bakalım. Neyi hak ettiğinizi gösterecek mücadelenizi ortaya koyun. Ya da sinip size dayatılan kadere razı olun. Seçim sizin…