Bilirsiniz, kimileri yaşamı bir gündüzgece çelişkisi, aydınlık ile karanlığın karşılıklı birbirleriyle mücadelesi olarak görür. Bu didişmede, insanlar bütün iyilikleri bütün olumlulukları gündüzün tarafına yüklemiştir. Öyle ya! Yaşam aydınlıktır, umuttur, berekettir. Gece ise yokluktur, ölümdür, umutsuzluktur.
Bu durumda gündüz ile gecenin dinmeyen savaşımını iyi ile kötünün savaşımı olarak nitelemek de mümkündür.
Türkiye‘de bugün yaşanan karanlık ile aydınlık arasında savaşımlı bir ara dönem; yeni yollar kullanarak tek adamlık varlığını sürdürmeye çalışan birkaç yıllık eski ve bu eskinin iç gücünü zayıflatan yeni arasındaki çatışma ve aslında her yönde endişe uyandıran bir süreç.
Çözümsüz bir siyaset karşısında, doğal olarak ‘yeni’ denebilecek bir hareketlenme ihtiyacı doğuyor. Çünkü Türkiye’de artık herkes sosyal dokunun; dünya ile uyumsuzluğun; ideolojik altyapının ve 2017’de yapılan anayasa değişikliğiyle uygulamaya konulan “Şahsım Devleti” siyasi yönetim sisteminin anakronik bir hale geldiğini (son günlerde “Hilafet” söylemleri de duyulmaya başladı); ‘bunun böyle gitmeyeceğinin’ farkında. Değişim isteyenler de istemeyenler de, bir biçimde değişimin kaçınılmaz olduğunu düşünüyor.
Ancak değişim istemeyen, Ak Parti’nin iktidar olmasını önemseyen, onun gitmesinden tedirgin olan insanlarda savunma duygusuna eşlik eden yoğun bir karamsarlık hakim. Savunma daha çok “Tamam önemli sorunlar var, yolsuzluk, adaletsizlik, adam kayırma, haksız zenginleşme, yoksullaşma, şu bu… pek çok sorun var, ama bunlar giderse kim gelecek?…” sözleriyle ifade ediliyor.
Bu yaklaşım tarzı, her türlü yanlışlığı içe sindirme gibi bir tavra yol açıyor. Aslında böyle bir tavrın, mesela muhafazakarlığın temel öğretileriyle uyuşmadığını bilmenin çaresizliği de var insanlarda. “Hani adil olunacaktı, hani temiz kalınacaktı, hani doğru yönetilecekti vs.” soruları derin bir sancı halinde birikiyor.
Sonra “Bunlar giderse kim gelecek?” Erdoğan’dan doğacak boşluk nasıl dolacak? Bir “başka Erdoğan” gelebilir mi? Aydınlığın, demokrasi’nin kapısı açılabilecek mi ? Yoksa bizi bir KAOS mu bekliyor? soruları her şeyi silip süpürüyor. Ve ülkeyi yöneten kadrolar bu çaresizlik üzerinde sörf yapıyorlar.
AYDINLIĞA KAVUŞACAK BİR ÇIKIŞ YOLU
Albert Einstein’ın, “Karanlık diye bir şey yoktur. Karanlık ışığın yokluğudur” özdeyişine uygun olarak bir ışık parçası, küçük bir sızıntı aranır. Aydınlığa kavuşacak bir çıkış yolu ilk akla gelendir.
Buradaki anahtar kelime “uyum” dur. Eğer ilk şok atlatıldıktan sonra karanlığa uyum sağlanır ve o ortamı eski aydınlığına kavuşturacak yollar aranmazsa durum fenadır.
Aslında en kötüsü ortamın yavaş yavaş karartılmış olmasıdır. Reostalı bir aydınlanma aracıyla yapılabildiği gibi, ışığın feri gittikçe soldurulmaktaysa kişi o karanlığı zaten kabullenmiştir. Artık aydınlığa çıkmayı en azından bir süreliğine düşünemeyecektir bile.
Ülkemizde durum budur. Tencereye atılan kurbağa örneğinin başka bir metaforik anlatımı, ışığın yavaşça ve düzenli olarak kısılmasıyla olanıdır. Ülkemiz insanının yarıya yakını karanlığa bir şekilde razı edilmiştir.
Öyle ki, ışığa kavuştuğunda gözlerini kırpıştırıp, elini alnına götürüp siper ederek aydınlığı inkar edecek düzeye getirilmiştir. Hatta belki ışık saçan her cihazı, ampül hariç(!)kırmayı bile deneyecek kıvama erişmiştir.
Eğer durum böyle ise sorular şöyle mi gelmelidir? Aynı odada yani karanlıkta beraberce oturulup, en uzun gecenin sonlanması beklenecek midir? Aydınlığı unutmuş insanlara mum ışığı ile bir geçiş süreci mi yaşatılmalıdır? Yoksa lamba pat diye açılmalı mıdır?
Eğer orada zaten ışık düzeneğini idare edecek bir anahtar varsa, tabii ki ona basılacaktır. Bundan doğal ne olabilir ki! Yok, anahtarı da kırmışlarsa o zaman karanlığa razı olmayanların arasından “öncü”ler işi devralmalıdır.
Artık yöntemleri nasıl olacaksa… Yeni bir anahtar yapmadan ya da aydınlığa giden kapıyı açmadan önce, karanlığa razı edilmişlerin gözünü bir süreliğine bağlıyacaklar mı, yoksa onları yavaşça mı dışarı çıkaracaklar bilinmez ama öncüler olmaksızın bu iş olmayacak…
Çünkü düzenin siyasal oluşumları karanlıkta hep beraber oturmaya razı gibi görünüyor. O zaman, böylesi bir demokrasi mücadelesinin, eşitlikçi toplum isteğinin öznesi kim olacaktır? Mücadele sınıf ölçeğinde mi verilecektir? Yani halka içinde bulunduğu karanlığın nedeni bu temelde mi anlatılacaktır?
Anahtara basacak, kapıyı açacak olan öncüler ister kent soylu liderlikler, ister örgütlü birlikteliklerin temsilcileri olsun, ülkemizi ve insanımızı ilgilendiren ve etkileyen her şeyi yeniden düşünmek, çözümlemek ve keskin yol ayırımdaki karanlığı delmede yapacağımız değerlendirmeler ışığında “çağdaş uygarlık” doğrultusunda kesintiye uğratılmak istenen yürüyüşümüze her alanda devam etmek bize düşen tarihsel bir sorumluluktur.
KESKİN YOL AYIRIMINDAKİ TÜRKİYE
Türkiye bugün eğimli bir arazide “yan yan yol alan bir otomobil gibi”: Bir taraf uçurum, öbür yan düzlük, çıkış yolu. Karşıt hale gelen (ve getirilen) taraflar şunlar: i-) Bir taraf demokrasi diğer yan otokrasi: Otoriter ve tek adamların mutlak egemenliği altına girmiş bir ülke ; ii-) Çağdaşlık ve çağdaş uygarlık değerlerine karşı “çağdışılık” 400, 500, 600 yıl öncesini isteyen cephe: Toplum yerine kalabalık ; iii-) Hukukun üstünlüğüne karşı “hukuk dışılığı savunan, çağdaş hukuksal değerlerden kaçmaya çalışan bir cephe” ; iv-) Dürüstlük ve sahtecilik: Bir tarafta adalet ve dürüstlük isteyenler, öbür tarafta “her şey mubahtır” diyen zihniyet, din bile siyasetin maşası olmuş ; v-) Kadın-erkek eşitliğinden sosyal yaşamdaki özgürlüklere destek verenler ve karşı çıkanlar ; vi-) Ve bize özel boyutunda, “Atatürkçü, demokratik Cumhuriyet felsefesine ve düzenine karşı, şeriatçı düzeni isteyen”, azınlıkta olmalarına karşın, fiilen güçlü bir konuma gelmeye çalışan bir cephe. Diğer bir deyişle, Türkiye’nin Iraklaştırılmasını, Suriyelileştirilmesini, Afganistanlaştırılmasını, Yemenleştirilmesini isteyen odaklara karşı demokratik değerleri ve Atatürkçü Türkiye Cumhuriyeti’ni savunan geniş bir kesim.
Bu coğrafyada demokrasiden uzak kalmış (veya uzaklaşmış) ülkelerde iktidarlar statükoyu koruyabilmek için çıtayı sürekli yükseltmek zorundadırlar. Diyanet İşleri Başkanı Erbaş’ın art arda yaptığı açıklamalar, AKP iktidarının “çıtayı hangi düzeye kadar çakabildiğinin bir göstergesidir”. İnanılacak gibi değil ama “somut olarak ortada duran” bir gerçek: Bahçeli’nin destek vermesi aslında “Erdoğan-Bahçeli” cephesi açısından tedirgin edici bir duruş. Her ikisi de birbirleri için kesinlikle vazgeçilemez olduklarının bir itirafı niteliğindedir. Ayrıca çıtayı daha da yükselteceklerinin sinyalidir.
“Sürdürülebilir üstünlükler kuramı”, Erdoğan-Bahçeli ikilisi tarafından, işin ucu nereye varırsa varsın inatla işletilecekmiş izlenimi vermektedir. Değişmenin yerine, gitmesini bilmeyenlerin ayakta kalmanın, kefen ve şahadet siyasetiyle iktidarını sürdürmenin bin bir yolunu arayarak diklenerek dik durmanın, kendi iktidarının bekasını koymanın gürültüsü günden güne artıyor.
Ayrıntısına girmeye gerek yok. Sayın Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’nın davranışları, sözleri ortada. Bunlara ne anlam verileceği, başlattığı gidişin nereye varacağı da belli: Başkanlık rejimi ile başkanlık sarayında devem etmek. “Size düşen efendi efendi önümüzdeki seçimlerde istediğim oyu bana verip bu keyfi kararımı yeniden yasallaştırmama imkân tanımanızdır. Sonra herkes evine gidebilir. Her şeyi bana bırakın.” demek istiyor.
Önümüzdeki seçimlerde demokrasinin, çağdaşlığın, uygarlık değerlerinin egemen olabilmesi için “herkesin”, elini taşın altına koyması gerekir. Bilinmelidir ki 84 milyonluk Türkiye, bugün kendisine giydirilmeye çalışılan deli gömleğinini yırtıp atacak olgunluğa, cesarete ve yeteneğe sahaiptir. Bağımsız, laik ve demokratik Türkiye ütopyasını hayata geçirmek için öncelikli olarak yapılması gereken şey AKP zihniyetine karşı ülkedeki tüm demokratların, Cumhuriyetçilerin, ilericilerin ve laiklerin içinde yer aldığı bir Demokrasi ve Cumhuriyet Cephesini kurmaktır.
Yüzyıl önce bu coğrafyada bağımsızlığını, özgürlüğünü gerçekleştirmek ve onurlu varoluşunu sürdürmek için yola çıkanların çocukları olduğumuzu hiçbir zaman unutmayalım. Biz nasıl bu toprakların esenliği ve geleceği için hayatını bu uğurda feda edenleri saygı, sevgi ve özlemle düşünüyorsak, bizleri de sonraki kuşakların saygın biçimde hatırlayabilmeleri her şeyden önce bugün neler yaptığımıza ve yapabileceğimize bağlı değil midir? Zamanın ve tarihin aynasında kendimize bakarken yapacağımız sorgulama, yüzleşme ve değerlendirme, insan ve yurttaş olarak gerçekleştirebileceğimiz olanakları da göz önüne koyabilecektir.
Cumhuriyetin bekçisi, takipçisi, savunucusu ve sevdalısı tüm güçlerin, en başta da Cumhuriyetin kurucusu olma iddiasındaki Cumhuriyet Halk Partisi ve onun gibi düşünen tüm vatanseverlerin, yaklaşan seçim öncesinde odaklanması gereken ana unsur da bu olmalıdır.
Umutsuzluktan umut, baskılardan özgürlük ve bağımsızlık, karanlıklardan aydınlıklar yaratmak elimizdedir. Bu noktada hem geçmişe hem de geleceğe insan ve yurttaş olarak borçlu olduğumuzu da unutmamak gerekir. Bu ülkeyi biz hem atalarımızdan miras hem de çocuklarımızdan ödünç aldık. Bu nedenle “bir ağaç gibi tek ve hür/ve bir orman gibi kardeşçesine” yaşamak için, demokrasi ve Cumhuriyet Cephesi’nin bileşenleri, bu değerli yolculuklarında bir tutum sergilemelidir.
Unutmayalım, bu ülke bizim, Türkiye hepimizin…