Seçim bitti… Beklediğimizi bulamadık, seçim tartışması sürüyor. 28 Mayıs’ta eşit koşullarda seçim yapılmadığı, devlet olanaklarının Erdoğan lehine sömürüldüğü, kampanya boyunca iktidarın Kılıçdaroğlu’na yalanlarla, iftiralarla, suçlamalarla saldırdığı, vatandaşlık verilen sığınmacılara oy kullandırıldığı, seçimde türlü usulsüzlüklerin uygulandığı doğrudur.
Ancak bunlar, AKP iktidarında aşırı derecede yoksullaşan, yolsuzluk, ve gericilik altında ezilen, depremden sonra yüz binlerce insanını kaybeden bir halkın, bunların doğrudan sorumlusu olan bir adayı, neden hâlâ bu kadar yüksek oranda desteklediğini açıklamaz.
Cumhuriyetin kuruluşunun 100. yılındayız, ama çok sayıda araştırmanın ortaya koyduğu gibi, toplumun hâlâ büyük bir kesimi gelenek-otorite-din-kimlik sarmalı içinde, daha insanca, daha adil, daha eşitlikçi, daha özgür, daha gelişmiş, daha zengin bir toplum düzeninin olabileceğini hayal etmekten uzak yaşıyor; adeta bir “varoluş” sorunu olarak gördüğü geçmişten gelen “değerler”ine, sanki bu “değerler” elinden alınacakmış gibi sıkı sıkıya sarılıyor ve “tercih”ini “değişim”den yana değil, sahip olduğunu “muhafaza” etmekten yana kullanıyor… Bu bazen “Șu partiye oy verirsem dinen vebal altında kalırım, Ayasofya’yı kaybederim” şeklinde tezahür ediyor, bazen de adını bile ilk kez duyduğu ve ne olduğunu bilmediği ‘LGBT korkusu’yla oyunun rengini belirliyor.
***
Anladığım kadarıyla muhalefet de, LGBTİ meselesinin toplum tarafından ne kadar önemsendiğini, ne kadar büyük bir tehlike olarak görüldüğünü anlayabilmiş değil. Kemal Kılıçdaroğlu ve kurmayları, konuyu “özgürlük” meselesi olarak görmenin yeterli olduğu yaklaşımının ne kadar yanlış olduğunu seçim sonuçlarını görünce daha iyi anlamış olmalılar.
Onlara yatırım, üretim, ihracat, istihdam, yani iş ve aş sağllayabilmek için yurt dışından yüzlerce milyar dolarlık temiz para getirme sözü verdi. Boyutu 418 milyar doları bulan yolsuzlukların üzerine gideceğini ve bu parayı haksız servet sahibi olanlardan alip, Hazine’ye getireceğini söyledi.
Oysa bunlar, yardımla yaşamaya mahkum edilmiş, bilmediği LGBTİ’yi bir “toplumsal tehdit” olduğuna inandırılmış büyük seçmen kitlesi için bugünün gereksinimlerini karşılamaktan uzak, belirli bir vadede gerçekleşebilecek taahhütlerdi. CHP bunu göremedi.
Cumhurbaşkanı Erdoğan “Zafer”den sonra Kısıklı Meydanında “CHP LGBT’ci mi?” diye sorduğunda, meydandan “Eveeeet” sesleri yükselince herhalde işin ne kadar önemli olduğunu daha iyi anlamışlardır. Cumhurbaşkanı Erdoğan herhalde toplum duyarlılığını dünya aleme ilan etmek amacıyla aynı soruyu HDP için, öteki muhalefet partileri için de sormayı ihmal etmedi. Evet, belli ki en azından 27 milyon küsur kişi, ülkede “LGBTİ” diye çok acil bir tehdit bulunduğuna inanıyor.
***
Doğal olarak böyle bir kültürel iklimdeki siyasal davranışları ya da iktidar mücadelelerini yüzyıllara dayanan İslam siyaset geleneğinden bağımsız düşünmek mümkün değildir. Zira biliyoruz ki bu siyaset geleneğinde din ve belli kutsallar her zaman belirleyici olmuş ve bütün Müslüman toplumların zihin dünyaları akla ve bilime göre değil, neredeyse dört halife döneminden bu yana silsile yoluyla gelen ‘itaat’ kültürüne göre şekillenmiştir.
İşte tam da bu yüzden, neden bizim ülkemizde de siyasetin normal demokratik ülkelerde olduğu gibi yapılmadığını ya da yapılamadığını söylemek, ne yazık ki bugün Türkiye’deki siyasi manzarayı izah etmede yetersiz kalıyor.
Maalesef yüzyıllar içinde adeta genetik kodlarımıza sirayet eden ‘kutsala ayarlı’ siyaset anlayışı, Müslüman toplumların ‘dünyalı’ olmalarının, bir başka deyişle rasyonel siyaset yapmalarının önündeki en büyük engeldir.
Her ne kadar kabul etmek zor gelse de itiraf etmek gerekiyor ki Yüzyıllar boyunca İslam ulemasının “Sultan zalim olsa da itaat etmek esastır, sultana itaatsizlik Allah’a itaatsizliktir” şeklinde fetva verdiği bir geleneğin devamı olan toplumlarda rasyonel aklın hakim olması ve de demokratik bir sistemin inşa edilebilmesi imkansıza yakın bir durumdur.
Türkiye’nin kendisini kalıcı bir şekilde tedavi edebilmesi için ülkede zihniyet devrimi yapacak, demokrasi açığının farkına varacak, bunu talep edecek ve özgürlük ile refah için ‘kutsala ayarlı’ siyaset anlayışın uzağında bir siyasi yaklaşıma ihtiyaç var.
Olabilir mi, dinselleştirilmiş ve çürümüş siyaset kurumu kendine neşter atabilir mi?
***
Bir Demokratik Rejim’in en büyük düşmanı “dini kimlik siyasetidir”.
Din ve siyasetin yan yana gelemiyeceğini, eğer illa bir ilişki kurulacaksa bunun ancak ahlaki değerler üzerinden olabileceğini defaatle yazdım. Yani siyaset yapan kişi yalan söylemeyecek, iftira atmayacak, yerine getirmeyeceği sözler vermeyecek, kimseyi hor görmiyecek, kimsenin onuruna halel getirmeyecek, kimseyi ötekileştirmeyecek kimseye kin ve nefret saçan bir dil kullanmayacak vs. vs. Kısacası Yunus’un dediği gibi davranacak:
“Sen sana ne sanırsın/Ayruğa da onu san/Dört kitabın manası/Budur eğer var ise.”
Demek istiyor ki Yunusumuz; kibirlenme, böbürlenme, üsten konuşma, sen ne isen karşındaki de o, o ne ise sen de osun. Kendini değerli görüyorsan muhatabını da değerli gör. Kendini ne istiyorsan karşındakine de onu iste. Kendine neyin yapılmasını istemiyorsan, başkasına da isteme. Elinden ve dilinden emin olmak tam da bu demektir.
Din, kavga konusu olmaz. Çünkü din ahlaktır, ihlastır, ihsandır, sevgidir, barıştır. Ne diyordu aynı Yunusumuz:
“Ben gelmedim davi için/Benim işim sevi için,
Dostun evi gönüllerdir/Gönüller yapmaya geldim.”