İnsan yeryüzüne düşünce başladı “düşünce.” Önceki hayatında düşünmeye hiç ihtiyacı yoktu. Cennette yaşayıp gidecekti. Oysa şimdi yeryüzüne düşmüş ve ömür boyu düşünmeye mahkûm edilmiş olarak çilesini doldurmayı bekliyor.
Gurbettedir artık insan. Efkârla gelmişiz dünyaya. Gurbeti efkârla derinleşir insanın, derinleştikçe memleket’e hasreti artar. Hasret, insanın içinde kökleştirdiği bir duygudur. İstese de o duyguyu söküp atamaz.
Bu bağlamda karşımıza şu soru çıkıyor: Kavuşanlar hasreti mi giderirler yoksa tam tersi, duydukları hasreti daha da pekiştirerek birbirlerine armağan mı vermiş olurlar?
Kendi kabuğumuza hapseden üç yıllık bir pandemi sürecinden sonra, geçen yaz Fransa’dan tatil’e giderken, uçakta anayurduma yönelik düşüncelere kaptırmıştım kendimi. Nedense, Yahya Kemal Beyatlı’nın “Ölmek kaderde var, bize ürküntü vermiyor,/ Lâkin vatandan ayrılmanın ızdırabı zor” dizeleri uzun bir süre dilimden düşmedi.
Yıllar önce okuduğum ABD’li yazar L. Frank Baum’un “Oz Büyücüsü” adlı masalımsı romanındaki küçük kız Dorothy, içinden çıkılmaz darlıklar içinde bile yurt sevgisinin önemi vurguluyordu:
“Memleketimiz iç karartıcı ve kasvetli olsa da biz kanlı canlı insanlar başka bir ülkedense orada yaşamayı yeğleriz, o ülke ne kadar güzel olursa olsun, insanın evi gibisi yoktur.”
Hasret duygusu, sıradağları andırır, varılacak yere yaklaşıldıkça önümüze daha da aşılmaz başka sıradağlar çıkar. İlk gittiğim günden bugüne, yarım asır küsür yurtdışı yıllarımda hep ulaşılmazlık duygusu içinde bunalımdan bunalıma giriyor, açmaya çalıştığım kapılar yüzüme kapanıyordu.
Bordeaux-İstanbul uçağına girerken içimde umutlar yeşermişti. Havalanına inince umudun yerini kara umutsuzluklar sarmıştı. İnsanın öz yurduna gelmesinin, turistik gezilere benzemediğini düşünüyordum. Yurdun doğal tarihinde çocukluğumun, gençliğimin, yetişkinlik evrelernin gelişim aşamaları yazılıydı. Yol boyunca yurtdışından kopup bir an önce yurduma varma isteği duydum.
20 Ağustos 2022’de uçağın tekerlekleri Hatay havaalanı pisti’ne vurduğunda bedenimde güneşin o kavurucu sıcak ipilemelerini duydum. O anda başta anam babam, kardeşlerim, beni “ben” kılan büyüklerim, bebekliğini bildiğim delikanlıların sanki bir araya gelip beni karşıladığı duygular dolaştı içimde.
İnsanda duyumsamalar anlıktır, yerinde çakılıp kalmaz. Dakikalar bir yana, bir iki saniye içinde bile sevincin yerini acılar alıveriyor. O anda yakınlarımın çoğunu görme umudunu yitirince, dizlerim demir tellerle sarılmış gibi oldu. O duyumsamayla özlemle geldiğim babaocağında bir-iki hafta boyunca yerime çakılı kaldım. Burada da Ukranyalı şair Anna Ahmatova’nın her okuyuşta içimde acılar depreştiren şiirini yineleyip duruyordum:
“Tıpkı senin gibi ben de katlanıyorum karanlığı bitmeyen ayrılığa./ Neden ağlıyorsun? Ağlayacağına elini uzat bana,/ Söz ver yeniden geleceğine bir düşte./ Sen ve ben bir acılar dağıyız./ Sen ve ben bir daha buluşamayacağız bu yeryüzünde./ Ah, yıldızlarla gece yarısı bana bir selam gönderebilsen…”
Vatan özlemi, Homeros’un destanlarından beri bilinen bir şey. Doğduğumuz günden itibaren, kendimizle ilgili algılarımız, kendi ana dile yaşadığımız yer ve çevremizdeki insan ilişkileri ile şekilleniyor. Ve şehir veya ülke değiştirmek, tüm dünyayı algılamamızı sağlayan o filtrenin ortadan kalkması demek. Doğup büyüdüğümüz yerin sesi, renkleri ve dokularını içindeyken fark etmiyoruz. Onları anlamak ve yorumlamak için bir enerji harcamıyoruz.
Ama evimizden uzağa gittiğimizde, yeni bir hayata başlamaktan çok daha fazla şey değişiyor. Geçici olarak gitseniz bile, geride bıraktığınız yer için yas tutuyorsunuz. Dolayısıyla yasın tüm aşamalarından geçiyorsunuz. Önce bir şok hali. Sonra sürekli buraya geliş nedeninizi sorgulamak. Eviniz ile yeni yerinizi karşılaştırıp evinizi yüceltmek (Meselâ zaman anladım ki, Fransız kentlerinde komşu olan yalnızca evlerdi, sabah kahvesi dedikodusu, küçük ödünç alıp vermeler, başsağlığı dilemeler Türkiye’deki evimize özgüydü). Sonra, eğer – benim gibi – yeterince uzun süre kalırsanız, bu sefer öbür uca kaymak, yeni yerinizi beğenip, eski evinizin zorluklarını hatırlamak. Zamanla, bir miktar hüzün ve özlemden sonra, her iki yeri de gerçekçi bir yere oturtup alışmak. Ve kalacak mısınız gidecek misiniz karar vermek. Her koşulda artık değişmiş bir insan haline gelmek.
Sonuçta, yaşadığınız ülkede istediğiniz kadar uyum sağlayın, doğduğunuz, anadiliniz, büyüdüğünüz yer, sizi şekillendirmeye, sizin referans noktanız olmaya hayatınız boyunca devam ediyor. Hem gitmek hem kalmak istiyorsunuz. Burası hem eviniz, hem değil. Çocukluğunuz çoktan gitti, yetişkinliğiniz sizi başka bir yere çağırıyor. Eviniz neresi, ait olduğunuz vatan hangisi, özlemini duyduğunuz anıların sınırları nerede, artık kestirmek zor. Çünkü Araf’tasınız. Çelişkileriniz, özlemleriniz, yabancılıklarınız, yaralarınız, başlangıç yapma arzunuz, göçmenlik sizin kimliğiniz artık. Bir kere gittiniz ve değiştiniz. Döndüğünüz yer de sizin değil, gideceğiniz yer de. O gri bölgede, geçmiş ve gelecekte, iyiyi, doğruyu, huzuru, neşeyi, sıcaklığı ve saflığı arıyorsunuz. Tüm arada kalanlar gibi.
Evet, bir garip hikâyedir Âdem. Cennetten hüzne düşmüştür. Dünya sürgününü içinde, yabancı bir diyarda, geldiği yere dönme hasretiyle yaşar. Aslında bu Âdem’in aşka ilk dokunuşudur. Gurbete ilk dokunuşu, sılaya ilk varışıdır. Cennete dönünceye kadar da bu sürgün, bu gurbet, yatağını arayan nehirler gibi denizlere akmaya devam eder. Ondandır dünya gurbetinde nehirler gibi akışımız. Vuslat denizedir, hasret denize.