Prof. Dr. Garip Turunç‘un Kaleminden: Ömür Dediğin
Yazının başlığındaki ifade, TRT televizyonunda aynı isimle yayımlanan çok güzel bir belgeselle de özdeşleşen bu türküyü yıllar önce ilk kez Hasret Gültekin’den -Madımak Oteli katliamında bir grup yobaz tarafından hunharca katledilen kadersiz insanlarımızdan biri- dinlemiş ve çok etkilenmiştim. Türküyü Hasret Gültekin’in yanı sıra Nazlı Öksüz-İhsan Eş yorumuyla da dinlemenizi tavsiye ederim.
Şarkı türkü faslı bir kenara, kendimi bildim bileli, bir “Ömür dediğin” nasıl olmalı veya “Bir insan ömrünü neye vermeli?” sorusu üzerine çok düşündüm…
Birçok insan nezdinde hayatın amacına eşitlenmiş görünen mutluluk ve huzur gibi şeyler kanımca ömür sermayesini hangi değer veya değerler uğruna harcamak gerektiği meselesine nispetle ikincil bir konudur. Bana göre “erdem” ve “erdemli yaşam” gibi kavramlar çok daha ön planda durur. Peki, erdem hangi temel üzerine oturur? Bu soruya verilebilecek en kestirme cevap, kanaatimce, “iyilik” kavramında ifadesini bulur.
İNSAN “İYİLİK OLSUN” DİYE YAŞAR
“İyilik” ilk planda amorf (şekilsiz, biçimsiz, çerçevesiz) bir kavram gibi görünse de gerçek durum bundan farklıdır. Kuşkusuz insan gayba muttali olma imkânı bulunmadığından, hayatta attığı adımların ilerleyen zamanlarda hayra mı yoksa şerre mi varacağını bilemez ve dolayısıyla bu anlamda iyilik ve kötülüğün ne zaman, ne şekilde karşısına çıkacağını kestiremez. Fakat insan “iyilik” denen şeyin ne olduğunu zevkiselimiyle bilebilir. Kısacası, iyilik -sanıldığı gibi- muğlak bir kavram değildir.
İnsan hâl-i hayatta “İyi olsun, güzel olsun, iyilik ve güzellikten huzur ve mutluluk doğsun” gibi bir samimi niyetle didinir ve fakat sonuçta bu niyetin içerdiği amaç/gaye, çoğu zaman insanın kendisi veya başka insan faktörü yüzünden gerçekleşmeyebilir.
Büyük hayal kırıklıklarının yaşandığı böyle durumlar karşısında sergilenmesi gereken tavır, edepli ve efendice bir duruşla olan bitenleri hayra yorarak sağlam bir tevekkül ve teslimiyet göstermektir. Ayrıca hayat ringine çıktıktan sonra ne kadar kötü şeyler yaşanırsa yaşansın, sabır, sebat, vefa, saygı gibi ahlaki ve insani değerlerden vazgeçmeme kararlılığından ödün vermemek ve eğer bu değerlere sahip çıkmak uğruna insandan ve hayattan dayak yersek bundan dolayı da yerinmemek gerekir.
Ömrümüz boyunca kendi dünyamızı kurmaya çalışırken “iyilik olsun” niyeti ile başkasının dünyasının yükünü yükleniyoruz. Yük ile azığımızı aynı gönülde taşıyalım istiyoruz. Olmazsa yaşayamam diye düşünüyoruz; dünyaya tam olarak sırtımızı dönemiyoruz.
Gariplik bir anlamda dert sahibi olmaktır. İnsan -adı taşıyarak’ta – dertleriyle garipleşir, Hakk’a yakın durur. Garip, ebedi yolculuğunda derdini azık edinir. Derdimiz var. O derdin bir sahibi var. O dert can yakabilir ama sahibinin hatırı var. Onun için “iyilik olsun” diye yaşar insan. İyiliğin sahibi var.
BİR YOL VARDIR UZAR GİDER İÇİMİZDE. DÜŞTÜM PEŞİNE….
Bir garip hikayedir Adem. Cennetten gurbete gelmiştir. O, dünya sürgününü içinde, yabancı bir diyarda, geldiği yere dönme hasretiyle yaşar. Aslında bu Adem’in aşka ilk dokunuşudur. Gurbete ilk dokunuşu, sılaya ilk varışıdır. Cennete dönünceye kadar da bu sürgün, bu gurbet, yatağını arayan nehirler gibi denizlere akmaya devam eder. Ondandır dünya gurbetinde nehirler gibi akışımız.
Akıyoruz, hiçbir yeri doldurmadan öylece akıp gidiyoruz. Bir yolculuk içindeyiz, yoldayız, yoruluyoruz. Var oluş kaygısı kendi olma yada olmama kaygısı içinde bir şeyin peşindeyiz.
İnsan, tek başına yola çıkar, hakikate yol alır, başlı başına bir aleme dönüşür. Işıklara, binbir renkli dünyalara tebessüm eder, yolda aydınlanır, Fransızların değimiyle “boş şişesini doldurma”ya çalışır, parıltılı dünyadan sade ve sahici olana yönelir.
Yol umuda atılan adımdır, ucu sonsuza açılır. Bir yol vardır uzar gider içimize. Düştüm peşine, düşüverdim dünyaya. Yürüdüm, koştum, düştüm, kalktim, tekrar düştüm, kalktım yine. Yunan mitolojisindeki kaya parçasını tepeye varmasına bir parmak kala tekrar aşağıya doğru yuvarlanan ve onu defalarca terler içinde tepeye çıkarmaya çalışan Sisypus’u yaşadım.
Toz duman kaplamıştı dört bir yanımı. Her yere bir ayna koymuşlar. Gören kendini görüyor, görmeyen kendinden başkasını görmüyor. Dünya feveran ediyor.
Ama gözlerimi açtığım, 18 yaşında, o Avrupa’ya ilk geldiğim anda, ilk yeminime sadık kalabilecek miyim endişesiyle ağladım. Vatanımdan ayrılmanın derin teessürü… Asli vatanımızdan. Baba ocağından.
ARAF’TA OLMAK
Doğduğu topraklardan ayrılıp üniversite eğitimi için çıktığım yurt dışı serüveni, üniversite öğretim üyeliği, meslek, evlenip yuva kurmak, aile, çocuklar ve bir dizi yaşadıklarımın sonunda bulunduğum noktaya getirdi: Araf’a. Ne Türkiyeli ne Türkiyesiz bir yer burası. (Taşıdığım isim’den olsa gerek !) Garip bir şekilde beni hem mutlu ediyor ve rahatlatıyor, hem de hüzünlendiriyor. Sıcaklık mı, ışık mı, sesler mi, kültür mü, yemekleri mi, yerel içkileri mi tam olarak bilmiyorum, ama bir nedenle kendimi evimde gibi hissediyorum ve vatanımı çok özlüyorum. Çocukluğumun masumiyetine hasret kaldı hep bir yanım… Bu yüzden de hayatımın hemen bütün safhalarında yüreğimi hep ikiye bölerek yaşamak zorunda kaldım. Bir yanda yurtdışında yaşadığım dönemin, şartların dayattığı acımasız yarış, bir yanda ise üstü küllense de diplerde çocukluğumda yaşadığım ve hala ateşi bitmeyen sevgi diye bir şey… William Shakespeare’in dediği gibi; “İnsan sevmeye başladı mı, yaşamaya başlar”. Evet, Garip garipler gibi yaşar, ömrümüzü gurbette tamamlar, ‘asıl yurdumuz’a göç etmeyi ‘sevgiliye kavuşma’ olarak görürüz.
Yaz geliyor, heyecanla valizleri yapıp doğduğunuz memlekete, tatile gidiyorsunuz. Arkadaşlar, aile, mahalle sarmalıyor sizi. Yemekler, iklim, deniz, müzikler ve çocukluk anılarından mest oluyorsunuz. Sonra yakın bir dostunuzun çok hasta olduğunu öğreniyorsunuz, ya da ailenizden birinin. Onu bir daha görüp göremeyeceğiniz içinizi kemiriyor. Ters bir komşu sizi yurt dışına giderek sadece kendinizi düşünmekle suçlarken, hiç okula gitmemiş halanız fotğraflı köşe yazılı sararmış gazeteyi gösterip gitmekle ne iyi ettiğinizi anlatıyor.
Vatan özlemi, Homeros’un destanlarından beri bilinen bir şey. Ancak bu işin uzmanları, büyük çabalarla yeni bir ülkeye kapağı atan kişilerin, ayrımcılığa maruz kalmamak için yaşadıkları zorluklardan bahsetmemeye çalıştığı görüşünde. “İşte pırıl pırıl parkların, güzel okulların olduğu bu demokratik ve zengin bir ülkeye geldin, daha ne şikayet ediyorsun?” “Skype, Whatsapp, telefon her şey emrine amade, hala neden ülkeni özlüyorsun?” denilmesinden korkan, işin kötüsü kendi kendilerine de bu eleştirileri yapan göçmenler, mümkün olduğunca kolay entegre olmuş görünmek için, vatan özlemlerinden bahsetmemeye çalışıyorlar.
Oysa doğduğumuz günden itibaren, kendimizle ilgili algılarımız, kendi ana dille yaşadığımız yer ve çevremizdeki insan ilişkileri ile şekilleniyor. Ve şehir veya ülke değiştirmek, tüm dünyayı algılamamızı sağlayan o filtrenin ortadan kalkması demek. Doğup büyüdüğümüz yerin sesi, renkleri ve dokularını içindeyken fark etmiyoruz. Onları anlamak ve yorumlamak için bir enerji harcamıyoruz.
Ama evimizden uzağa gittiğimizde, yeni bir hayata başlamaktan çok daha fazla şey değişiyor. Geçici olarak gitseniz bile, geride bıraktığınız yer için yas tutuyorsunuz. Dolayısıyla yasın tüm aşamalarından geçiyorsunuz. Önce bir şok hali. Sonra sürekli buraya geliş nedeninizi sorgulamak. Eviniz ile yeni yerinizi karşılaştırıp evinizi yüceltmek. Sonra, eğer – benim gibi – yeterince uzun süre kalırsanız, bu sefer öbür uca kaymak, yeni yerinizi beğenip, eski evinizin zorluklarını hatırlamak. Zamanla, bir miktar hüzün ve özlemden sonra, her iki yeri de gerçekçi bir yere oturtup alışmak. Ve kalacak mısınız gidecek misiniz karar vermek. Burası hem eviniz, hem değil. Çocukluğunuz çoktan gitti, yetişkinliğiniz sizi başka bir yere çağırıyor. Eviniz neresi, ait olduğunuz vatan hangisi, Türkiye mi ?, Fransa mı ?, özlemini duyduğunuz anıların sınırları nerede, artık kestirmek zor. Çünkü Araf’tasınız. Çelişkileriniz, özlemleriniz, yabancılıklarınız, yaralarınız, başlangıç yapma arzunuz, göçmenlik sizin kimliğiniz artık. Bir kere gittiniz ve değiştiniz. Döndüğünüz yer de sizin değil, gideceğiniz yer de. O gri bölgede, geçmiş ve gelecekte, iyiyi, doğruyu, huzuru, neşeyi, sıcaklığı ve saflığı arıyorsunuz. Tüm arada kalanlar gibi, hep yorgun kalıyorsunuz.
ÖMRÜM GÖNLÜMÜ SUSASMIŞTI…
İtiraf etmeliyim. Bir an daldım. Bir çıkamadım. Kırk kapıdan geçtim de bir kapıdan çıkamadım. Yola çıkamadım. Uzun yıllar boyunca, ana vatana dönemedim. Aylar, mevsimler, yıllar geçti üzerimden gurbet elde. Selamet kuşlarına aldırmadım. Durmamam gereken yerlerde sual edindim durdum. Yetinmek gerekti, yetinemedim. Hikâyemde saadetler olsun istedim, dağlara tırmanmak istedim, ayaklarımda yazgının güzelliği olsun istedim. Yol katetmekti, uzaklara gitmekti tek muradım. Cihanda ev edinmek için süründüm. Ölmek gerekti ulaşmak için, vusul için dağları aşmak gerekti.
Üniversitelerde, konferanslarda, unvanlarda, bir yarış içinde yaşadım bir “Ömür dediğin” hayatı.
Ömrüm gönlümü susatmıştı. Gönlümü bir sonsuz bahar kuşatmıştı. Razılıklardan geçtim de geldim.
Dünya, aşkı olana gurbet yurdudur. Hakikatin eşsiz parıltılarını burada görürüz. Yolculuğumuz gurbet hüznüyle başlar, vuslat neşesiyle kemale erer.