Cumartesi, Kasım 23, 2024
No menu items!
Ana SayfaKöşe YazılarıProf. Dr. Garip Turunç Yazdı: ''Sadece Binaların Değil, Ahlâkın'da Çöküşü''

Prof. Dr. Garip Turunç Yazdı: ”Sadece Binaların Değil, Ahlâkın’da Çöküşü”

Hayat akıyor… Ama bizim topraklarımızda kötüye akıyor. Hayatlar ölerek çoğalmaya devam ediyor. Her an daha kötün ne olacak diye geçiyor günlerimiz. Fay hatlarının yoğun, deprem tehlikesiyle karşı karşıya olan tek ülke değiliz ama böyle bir tehlike karşında yapılması gerekenleri ihmal etmekte birinci olduğumuzu gördük. Ne yazık ki biz gereken tedbiri alacak ülke değilmişiz. Șehirlerimizin birbiri ardına yıkılışını çaresizce seyrettik ve onbinlerce insanımızı enkaz altında kaybettik.

 

Tekrar tekrar yazmak canımı sıkıyor ama başka ifade şekli yok; “göz göre göre yıkıldık ve öldük.” Türkiye depremden önce de Cumhuriyetin kurumlarının tahrip edilmesinden, demokrasi ilkelerinin yıkılmasından, yargının bağımsızlığının ve iradesinin gasp edilmesinden, genel olarak akıl ve vicdanın dışlanmasından oluşan bir enkaz altındaydı. Deprem bu siyasi ve ahâki enkazın üzerine, tam da bu iflas ve çürümüşlük yüzünden boyutları kat kat artan korkunç bir beton enkazını yıktı. Düzgün şehirleşme ve imar olsa idi çöken bina sayısı daha az olacaktı. Üstelik hazırlık ve coordinasyon eksikliğinden, kurtarma çalışanlarının geç başlaması yüzünden un ufak olmuş betonların altından kurtarılabilecek çok canı kaybettik.

 

Son 20 yıllık siyasi iktidarın deprem öncesi enkazı oluşturmakta, ve depremden sonraki iflasta çok büyük payı var. Bu iktidarı bu toplumdan çıktı, gelişti. Demokrasimizde şeffaflık, liyakat değerleri, formel kuvvetler ayrılığının ötesinde domakrasinin işleyişini denetleyecek halk katılımı, kamu kurumlarının ve yerel yönetimlerin özerkliği öteden beri çok sağlam değildi. Bunun ötesinde normal zamanlarda da kurullara uymama, görmezden gelme, mış gibi yapma, hasta değilken rapor almaktan torpil ve rüşvete kadar irili ufaklı kabahat, suç ve kötülükler gündelik, olağan ve yaygındı. Son dönemde sadece alaylı akılsızlık ve sorumsuzluğu organize biçimde kat kat artırdı. Toplum kırılma noktasına gelmiışken tektonik faylarla birlikte ahlâk ta kırıldı.

 

***

 

Yüzbinlerce insan evini kaybetti. Ölen 50 bine yakın kişi, birlerimizin yakınıydı. Ailesiydi, arkadaşlarıydı; arkadaşlarının ailesiydi, bu felaketin ucu o ya bu şekilde herkese uzandı. Bir de kayıplar var ki, o durum daha da beter. Depremin ilk günlerinden bu yana sahada çalışanlar, kayıp depremzede çocuk sayısının 1000’e yaklaştığını öne sürdü. Kayıp yakınları türlü çilelerden geçiyor, toplu mezarlarda yakınlarını arıyor, DNA testlerine başvuruyor, çocuklarının organ mafyası tarafından kaçırılmış olabileceğini düşünüyor, tarikatlara verildiğini tartışıyor. Bir vatandaşımızın “Kızımın bir dikili taşı olsun yeter” diye ağladığı video yürek dağıtıyor. Son görevlerini yerine getiremeyen, yasını tutamayan insanlar için hayat oracıkta donup kalıyor. Bir vedaları bile olmıyor. Canlarını kaybetmişler, kaybedecek daha neleri var.

 

Siz böyle bir ortamda, enkazdan sağ kurtaramadıklarımızı çok iyi defnetmekle avunacağınızı, avutulabileceğinizi söyleseler inanır mıydınız? Malatya Büyüjşehir Belediye Başkanı Selahattin Gürkan’a yükleniyor. Cenaze namazlarını kılıp usule uygun defnetmeyi, başarı gibi anlattığı için. Gasilhanelerimizin modernliğini, cenaze hizmetlerimizin kalitesini “hamdolsun”larla, “çok şükür”lerle öven ilk yönetici değil oysa. Ve evet, bir afette devletten beklenecek asıl başarı; dua, gassallık, cenaze levazımatçılığı, mezar kazıcılığı değil. Fakat o bile ne büyük nimetmiş! Yokluğunu yaşamayan bilmez. Kiymetini, o kadarcık teselliden dahi mahrum kalanlara sorun. Kaldırılan moloz yğınlarından yakını, sevdiği çıkamayanları düşünsün… Kiminin mezarı var, hazır bekliyor ama cenazesi yok ortada. Kayıp, bulunamıyor.

 

11 ilimizde yaşanan büyük depremin üzerinden tam 25 gün geçtiı, hâlâ başını sokacak bir çadır bekleyenlerin feryatları duyuluyor, uzun çadır kuyruklarının görüntüleri geliyor. Hatay’ın Samandağ ve Defne belediye başkanları, parayla alacak çadır dahi bulamadıklarını yana yana haykırıyor.

 

***

İtiraf edeyim Cumhuriyet gazetesinde Murat Ağırel’ın yazısnı okuduğumda inanmadım, inanamadım, belki de inanmak istemedim bilmiyorum “bu kadar da olmaz, doğru değildir” demiştim. Ama Kızılay! Bizim Kızılay’ımız, bu ülkenin Kızılay’yı, on binlerce vatandaşı gözünün önünde ölürken, on binlerce vatandaşı kar kış kıyamet sokaklarda yaterken deposundaki çadırları hızlıca afetzedelere ulaştırması beklenirken, depremin üçüncü gününde AHBAP Derneği’ne 46 milyon liraya sattığı ortaya çıkınca Kızılay eski başkanı Küçükali’nin “Kızılay ticari holdinge dönüştü” tanımı ete kemiğe dönüştü, somutlaştı.

 

 

Bu kadar vicdansızlık olabilir mi? Hangi yasal durum bu vicdansızlığı haklı kılar? Bunu da ‘yasal ve ahlâki’ bir durum diye savundular, gözümüzün içine baka baka! Skandalın bununla sınırlı olmadğını öğrendik, Kızılay deprem bölgesinde çadırda eczane açmak isteyen Türkiye Eczacılar Birliği’ne parayla satmış! Ülkemizdeki özel şirketler, bu ülkenin insanları neyi var neyi yok, afetzedelere götürürken Kızılay tüccarlık yapmış! Ticaret yapmış! Bu rezilik bile değil. Sonra da halkın tepkisini görünce Kızılay başkanı çıktı bu kez de ‘görmedik, duymadık, bu satıştan haberim yok, peronel inisiyatif kullanmış, haberim olsaydı hede hönde’ demeye başladı!

 

Tüm bunlar, sadece binaların değil, ahlâkın da çöktüğünü gösteren örnekler.

 

Mehmetçiğin geçikerek devreye dahil edilmesini de Kızılay Başkanı AFAD’ın “afet operasyonunun içersinde askerin konumlandılmadığı”nı söyleyerek açıkladı. AFAD’da Afetlere Müdahale Genel Müdürü hiç ortalılıklarda gözükmeyen İsmail Palakoğu “Günülllerin Sultanı Es-Seyyid Osman Efendi” kitabının yazarı bir tassavvuf uzmanı!

 

Hulusi Akar ise “Asker kışladan geç çıkarıldı” eliştirilerine; “Uzaktan ahkâm kesmekle olmuyor; hududu kim koruyacak, Suriye’de kim kalacak?” yanıtı veriyor.

 

Liyakat değil, “bizden” atama örnekleri….

 

***

 

Devlet ilk 48 saatte neden afet bölgesine intikal edemedi? İlk iki gün asker, polis niye yoktu? Arama kurtarma deneyimine sahip madencilerin bütün ısrarlara ragmen bölgeye gitmesine niye izin verilmedi? Yabancı ekipler niye havaalanlarında bekletildi? Koordinasyon neden sağlanmadı? Devlet enkazın altında niye kaldı? gibi sorulara karşılık olarak “Adiler şerefsizler, alçaklar, vatan hainleri…” şeklinde cevaplar verildi.

 

Bu tansiyonu yükseltme taktiği de ters tepince bu sefer standart propaganda yöntemleri yeniden devreye sokuldu. Sonra Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan Adıyama’da yaptığı konuşmada “İlk birkaç gün Adıyaman’da arzu ettiğimiz etkinlikte çalışma yürütemedik. Bunun için sizden helâllik istiyorum” diyerek bir bakıma felakette geç kaldıklarının altını çizmiş oldu.

 

Bu Erdoğan’ın ağzından duymaya alıştığımız bir söz değil. “Helâllik” istiyerek kendi üslubunca aslında özür diliyor ama bu yeterli olmaz. Çünkü bu kavram geçerli hukuk düzenimizde bir anlam ifade etmez. Mesela bir katili, kurbanın akrabalarının ”helâllik“ vermesi kurtaramaz. Ya da bir hırsızı, “çaldıkları benden yana helal olsun“ diye hapisten kurtaramazsınız. Bunların takibi, şikâyete bağlı olmadığı için affı de “helâl olsun” demekle mümkün olmaz.

 

Öte yandan açıkça olmasa da depremden sonra müdahaledeki gecikmeler ve organizasyon bozuklukları için “özür dileyen“ bir Cumhurbaşkanı var artık. Cumhurbaşkanı, “helâllik” isteyerek kendi vicdani sorumluluğunu da kabul etmiş bulunuyor. Ancak sıradan bir vatandaş olsaydı, vicdani sorumluluğunu yerine düzgün getirmediği için özür dileyebilir ve meseleyi böylece kapatmayı tercih edebilirdi. Ama kendisi “sıradan” birisi değil, Cumhurbaşkanı. Siyasi ve idari sorumlulukları var. İdari sorumluluğu, devleti yönetirken birlikte çalıştığı kişileri doğru seçmekle başlıyor. “Var gücüyle çalışacağına” yemin etti. Sorumluluklarından doğan yükümlülüklerini helâllikle olarak ödeyemez. Kaldı ki ölen onca insanının haklarınını helâl edip etmeyeceklerini de sadece Allah biliyor.

Bunun siyasi sonucu de işte böyle “Hükümet istifa!” çağrıları olur. Onların hep bir ağızdan attığı sloganlar aslında Türk toplumunun ortak sesi… Hiç de hafife alınacak bir olay değil. Demokrasilerde işler böyle yürür. Hiç uzağa gitmeye gerek yok, iki gün önce Yunanistan’ın Larissa kenti yakınlarında yolcu treni ile yük treninin çarpması sonucu 38 lişi hayatını kaybetti. Yunan ulaştırma Bakanı Kostas Karamanlis, kendisinden önceki ihmallerin bile sorumluluğunu üstlendiğini şöyle açıkladı:

 

“Ne yazık ki çabalarımız böyle bir bir kazayı önlemek için yeterli olmadı. Böyle trajik bir olay yaşandığında, hiçbir şey olmamış gibi yola devam etmek mümkün değil. Vatandaşların siyasi sisteme güvenebilmeleri şart. Buna siyasi sorumluluk denir…”

 

***

 

Saygı ve sorumluluk anlayışlarımız taban tabana zıtmış. Fakat, bir kez daha ortaya çıktı. Ahlâk anlayışımız da epey farklıydı, salgında görmüştük. Nitekim Cumhurbaşkanı Erdoğan, milli uzay hamlemizi anlatırken gençleri, Batı’nın ahlâksızlığına karşı uyarmıştı:

 

“Batının ilmini alacaksın, ahlâksızlığını değil.”

 

Gerçi bilge lider Aliya İzzebegoviç, Batı’yı yanlış tanıdığından olsa gerek, aksi görüşteydi.

 

“Açık konuştuğum için bağışlayın. Güzel yalanların bize faydası olmaz. Ama acı gerçekler, ilaç olabilir. Batı, çürümüş değil; güçlü, örgütlü ve eğitimli. Sorumlu ve dakik” diyordu.

 

“İsyan Ahlâkı” kitabının yazarı Nurettin Topçu da, bunu zamanında tespit etmişti:

 

“Kur’an hârikası ilâhî ahlâk, İslâm diyarında çoktan gömülmştür”. “Burada insanı fenerle arayanlar, yanılmışlar. Yaşanan şekliyle Müslümanlık, Șark’ı bitirmiş. Buraya artık ne ilim girer, ne ahlâk; ne de Allah uzanır bunlara…”

 

 

RELATED ARTICLES

Yorum Yaz

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

EN SON HABERLER