Avrupa’da yaşayıp Türkiyeli akademisyen olmak sıkıntılıdır. Gençliğinizde size bu ülkede hiçbir şeyin değişmeyeceği söylenir; siz itiraz edersiniz, artık Türkiye’de de her şeyin daha farklı olduğunu, dünyanın aynı dünya olmadığını, bu sefer yaşananların eskisinden çok farklı olduğunu söylersiniz. Derken zaman geçer ve kendinizi aynı şeyleri bir sonraki nesle söylerken bulursunuz.
2001 yılının başlarında “La Turquie aux marches de l’Union Européenne” (Avrupa Birliği Basamaklarındaki Türkiye) adlı kitabım yayımlandığında, yaşadığım bölgenin yerel Sud-Ouest gazetesinin benimle yaptığı uzun mulakatın son sorusu şöyleydi: “AB perspektifinde 2000’li yılların Türkiye’sine önerileriniz var mı?”
Bu soruya, çeyrek yüzyıla yakın önce, şu yanıtı vermiştim:
“2000’li yılların eşiğinde Türkiye’ye elbette önerilerim va : Türkiye Cumhuriyeti varoluş nedenlerine, yani 29 Ekim 1923’te kendine öngördüğü ideallere sadık kalmalı ve onları geliştirmelidir. Daha demokratik, daha adaletli, insan haklarına gerçekten saygılı, sosyal adalete dayalı, bireylerin gelişmesini örgütleyen, her alanda gerçekten laik, toplumun sınıflarının ve bireylerinin birbirlerini ezmesine izin vermeyen, çağının çağdaşı ve en önemlisi toplumunu bir kültür toplumu yapmayı amaçlayan bir ‘aydın’ Türkiye olmalıdır. 29 Ekim 1923’te kurulan Cumhuriyetin özünde bu insan idealler vardır. Ancak, Cumhuriyet, köktenciler, tarikatlar, ceteler, mafyalar, köşe dönmeciler ve lümpen burjuvaziyi temsil eden merkez sağ partileri tarafından yolgeçen hanına dönüştürülmüştür. Cumhuriyet bir yolgeçen hanı olmadığını artık kanıtılmalıdır. 1947 doğumlu bir Cumhuriyet çocuğunun kendisini yararan Türkiye‘ye önerileri bunlardır.”
2023 yılında vaziyetin durumu: 22 yıl önce tasvir ettiğim topludurum (konjontür) bu süre içinde, özellikle AK Parti iktidarı döneminde durumun vaziyeti oldu. Aynı hamam aynı tas!
*
Oysa, 2013 yılı Mayıs ayına kadar Türkiye bu dünyanın normal bir ülkesiydi. AK Parti birçok alanda başarılı bir yol izliyordu. Dış politikada ABD’nin dayattığı Irak’ı işgal planıyla ilgili tezkerenin –Erdoğan’ın tüm çabasına rağmrn- mecliste reddedilmesinin sağladığı yüksek itibar sayesinde hem Avrupa’da hem de Ortasoğu’da ülkenin diplomatik gücü arttı. Bu sayede AB’den müzakere tarihi alındı, adaylık için uyum yasaları çıkarıldi, İslam dünyasında model ülke olarak görünür olduk. “Terör örgütü”, “teröristbaşı” vb. klişelerden örülü bir dille konuşmaya alışmışken, “barış süreci” adıyla tanınan yeni bir “yol-yordam”ın önünün açılması, Türkiye için önemli bir fırsatın doğabileceğini gösteriyordu. Ama “toplumsal dönüşüm” galiba tahminlerimizin ötesinde güç bir olgu. “Yeni Türkiye” derken, askeri derbe girişimiyle kendimizi “en eski” Türkiye ortasında bulduk.
Evet, Türkiye’nin son 20 yılında çok şey değişti, bu “son 20 yıla” gelinceye değin dünyada da çok şey değişti. Türkiye bu “değişen dünya” durumunun ister istemez bir parçası idi. Daha da önemlisi, kendi süreci içinde bu değişimi ziyadesiyle ertelemiş, gecikmişti. 2002 yılına gelindiğinde köhnemiş resmî ideoloji zihniyeti ile “Milli Güvenlik Kurulu” devleti ile, Soğuk Savaş dönemlerinden kalma “tehdit ve tehlike” konseptleri ile bir arpa boyu daha ileri gitmesi, “değişen dünya” durumu ile uyumlu olması mümkün değildi. AK Parti, böylesi bir tarihî momentte iktidar oldu. Çünkü “yeni” bir seçenek idi, “yenilikçi” idi ve Tayyip Erdoğan gerçekten 2013’e kadar ilk 10 yıllık dönemde büyük bir başarı kazandı.
Fakat ne yazık ki, bazı insanlar için başarı mağlubiyetten bile ağır bir yüktür; başardıkları zafzerler onları yormaya başlar. Türkiye tarihinin gördüğü en büyük tarihi şahsiyetlerden biriyken birdenbire bir aylık Gezi olaylarında insanların kutuplaştırılmasına, sosyal hayatta var olan diri fay hatlarının gerilmesine, ekonominin zorlanmasına, siyaset alanının daralmasına yol açtı. Ve Türkiye, o “ilk 10 yılda” bizzat onun başarıları ile kazandığı prestiji bir ay içinde büyük ölçüde yitirdi.
*
AK Parti, Cumhuriyetin dediğinin, bilimin dedediğinin tam tersini yaptı… Her şeye karşı “süren” devrimin dediği olmadı. AK Parti’nin safsataya dayalı düşünce sistemi her şeye eğemen oldu. Safsata, Cumhuriyetin eldiven ve giysilerini tersyüz etti ve bu giysiyi bilinçsiz halkın sırtına geçirdi. Bu süre içinde Recep Tayyip Erdoğan bu anomalinin (aykırılık) ve anakronizmanın (sapkınlık) tutsağı oldu. Cumhuriyet ve demokrasinin temeli ve oksijeni olan güçler (kuvvetler) ayrılığı ilkesi güçler birliğine dönüştürülerek Cumhuriyetin özerk kurumlarıolan Anayasa Mahkemesi, Danıştay, Sayıştay ve Yargıtay özelleştirildi. Böylece yasama, yürütme ve yargı işlevsizleştirerek özdeşleştirildi ve bir Başyücelik (tek adam) rejimi kuruldu. Kendi güvenliğine hizmet etmeyecek tüm aktörleri silikleştirme, ellerindeki toplumla etkileşim imkanlarını alma ve Cumhurbaşkanı’na bağlık dışındaki meşruiyet araçlarınıyok etme fırsatı buldu.
14 Mayıs seçimleri yaklaşırken bir dönem tek nefeste onlarca aktörü sayabilen bir hareket; kendi dışındaki tüm isimleri tasfiye eden, anlamsızlaştıran, etkisizleştiren ve sonunda tek başına kalan Erdoğan, tek amaç “iktidar bekası” hedefine odaklı seçimlerine gidiyor. Üstelik kendisinden sonra kim olur sorusu ise spekülasyonlardan öte cevap verilmeyen anlamsız bir boşlukta asılı duruyor.
İleriye bakıldığında, Türk siyasetinin geleceğinin ne olduğu belirsiz. Ülkenin yönetimi, ekonomik istikrar ve kutuplaşmanın asgari düzeyde olduğu uzlaşmış bir toplum olabilme açısından önemli zorluklarla karşı karşıya olduğu açık. Bu zorlukların üstesinden gelmek için Türkiye’nin yeni nesil liderler yetiştirmenin yollarını bulması, daha kapsayıcı ve hesap verebilir bir siyasi sistem oluşturması gerekecek.