Cuma, Kasım 22, 2024
No menu items!
Ana SayfaİskenderunProf. Dr. Garip Turunç  yazdı:"ÇÜRÜMENİN RESMİNİ ÇİZEBİLİR MİSİN ABİDİN ?!"

Prof. Dr. Garip Turunç  yazdı:”ÇÜRÜMENİN RESMİNİ ÇİZEBİLİR MİSİN ABİDİN ?!”

 

Prof.Dr. Garip Turunç 

Yazdı

 

ÇÜRÜMENİN RESMİNİ ÇİZEBİLİR MİSİN ABİDİN ?!

 

İngiltere’nin ulusal şairi William Shakespeare’in on dördüncü yüzyılda Danimarka’da geçen “Hamlet’in Trajik Hikâyesi” adlı oyununun vurguladğı çürümüşlük ve kokuşmuşluğun olduğu o ülkenin genç Prensi Hamlet şu soruyu sorar :

 

“Olmak ya da olmamak, işte bütün mesele bu ! Düşcemizin katlanamaması mı güzel, Zalim kaderin yumruklarına, oklarına. Yoksa diretip bela denizlerine karşı Dur, yeter ! Demesi mi ? (…) Kim dayanır zamanın kırbacına ? Zorbanının kahrına gurununun çiğnenmesine, Kanunların bu kadar yavaş, Yeryüzünün bu kadar çabuk yürümesine, Kütülüklere kul olmasına iyi insanın ?”

 

Ülkedeki çürümüşlüğün tek nedeni Kral Hamlet’in hayali oğlu tarafından zehirlenerek öldürülmüş olması ; en başında ülkede hak ve hukukun yok edilmesi geliyordu. Katiller, hırsızlar, kötüler baş olmuş ; iyiler, masumlar, yiğitler öldürülmüş, sürgüne yollanmış Danimarka ya da Manimarka denilen ülkede… Böyle bir durumun Danimarka’yı mahvetmesini isteyen Kral Hamlet’in hayaleti oğluna da dur demesini istiyordu.

 

Dönem, kendi kurumları ve yeni bir düşünce yapısıyla gelen Aydınlanma çağının baş gösterdiği bir dönemdir. Aydınlanma, yeni kurumları ve felsefesiyle geliyordur. Eski rejim ile rejimin şatoları ve sarayları, içindekilerle birlikte çürüyordur. Bu çürümeyi kimse gizleyemiyordur.

Tıpkı günümüz Türkiye’si gibi…

Türkiye’nin kendi Aydınlanma pratiğini aşma iddiasıyla gelen post modern rüzgâr, Aydınlanma değerlerini aşındırdı ama yerine yenisini getirmediği için bizi “gerici” bir modern öncesi düzene taşıdı.

İşte, bir tür sultanlığa (neo sultanlık) dönüşen düzen, çürümüşlüğünü gizleyemiyor. Bu çürüme her alanda olduğu gibi anayasal düzeyde de kendini gösteriyor.

Anayasa hukuku literatüründe bunun bir tezahürü var. Buna “anayasal çürüme” deniyor.

ANAYASAL ÇÜRÜME

Bu kavramlaştırmayı yapanlara göre “anayasal çürüme”, anayasadaki küçük bozulmaların tekrar etmesi, uzun sürmesi durumunda ortaya çıkıyor. “Anayasa’yı bir defa delmekle bir şey olmaz” mantığının vaka-i adiye hâlini alması, yani sıradanlaşması durumunda kendini gösteriyor.

Kavramın üzerinde çokça duran Yale Üniversitesi profesörü Jack Balkin’e göre anayasal çürüme, özellikle şu dört faktör öne çıktığında yaşanır: i-) Yurttaşların, devlet kurumlarına güven kaybı ; ii-) Aşırı kutuplaşmanın yurttaşlar arası düşmanlık düzeyine varması ; iii-) Derinleşen ve kronikleşen ekonomik eşitsizliklerin baş göstermesi ; iv-) Basiretsiz politikaların siyasal felakete (örneğin savaş, büyük göç dalgası, bazı kurumların çömesi vs.) dönüşmesi.

Buradan baktığımızda Türkiye’nin durumu her başlığı karşılıyor. Bu yönüyle anayasal olarak çürümüş olan bir “cumhuriyet” altında yönetiliyoruz.

Bu kötü gidişin tek sorumlusu kötü gidişin aktörleri değildir, bunu bilelim. Bilelim de vicdanları aldatan sorumsuzluğun rehavetine kapılmayalım. Hiç öyle kolay değil… Değerler kayboluyorsa, seviye düşüyorsa, hukuk geriliyorsa ve en nihayet demokrasi zayıflıyorsa yapan kadar yapılmasına göz yumanların, kayıtsız kalanların ve bilhassa mani olabilecekken olmayanların mesuliyeti vardır. Yakın ve uzak siyasi tarihimiz bunun örnekleriyle doludur.

 

MİTHAT PAŞA’NIN AHI

Mithat Paşa, İngiliz Said Paşa’ya sadaret mührünü teslim edip, İzzeddin Vapuru ile sürgüne giderken “Yazık, devlete ve millete yazık! İnna lillah ve inna ileyhi raciun (Allah’a aitiz ve Allah’a döneceğiz)” diyerek ağlamıştı.

 

Paşa’yı İtalya’nın Brindisi Limanı’na götürmekle görevli Bahri Süleyman Bey’in 9 Şubat 1877 tarihli raporunda yazdığına göre, Mithat Paşa, açık denizde “yazık! Konstitüsyon (Anayasa) bitti, bu millet terakki edemeyecek! (gelişemeyecek) ” demiş.

 

Anayasa hukukçusu Prof. Kemal Gözler’in ilmi ve cesur makalelerini bilenler, bilir. Tek başına güçlü bir ışık yayıyor, bugüne dair çok değerli yazılar yazıyor. Geriye dönüp yaşadığımız günleri anlamaya çalışanlar için de ülke adına gurur duyulacak kayıtlar düşüyor. Makalelerini anayasa.gen.tr’de yayınlıyor (Mithat Paşa ile ilgili öyküyü burada okudum).

 

Prof. Dr. Gözler şöyle bağlamış öyküyü: “Galiba Mithat Paşa’nın ahı tuttu”. Mithat Paşa’nın “Yazık! Konstitüsyon bitti, bu millet terakki edemeyecek!” demesinin üzerinden 144 yıl geçtiği hâlde geldiğimiz yer aynı: Ülkede ne konstitüsyon, ne de terakki var!”

 

“Anayasayı bitiren şey, bu ülkede kuvvetler ayrılığının olmamasıdır” dedikten sonra, Prof. Gözler, “Peki ama Türkiye’de kuvvetler ayrılığı neden yok?” sorusunu şöyle cevaplıyor:

 

“Türkiye’de kuvvetler ayrılığının olmamasının sebebi, kuvvetli adamların olmamasıdır. Kuvvetli adamların olmadığı yerde, kuvvetler ayrılığı olmaz. Kuvvetler ayrılığı teorisi, kendisine yasama, yürütme veya yargı yetkisi verilen insanların, kuvvetli kişilikler olduğu ve kendilerine verilen bu yetkilere sahip çıkaracakları varsayımı üzerine kuruludur. Kuvvetli kişiliklerin olmadığı yerde kuvvetler ayrılığı da, anayasa da olmaz.”

 

Türkiye’nin meselesi budur.

 

İşte size yargı ve adalet sistemindeki çürüme hakkında bu geçen hafta içinde ülkemizde yaşanan birkaç olay.

BİR: YA TUZ KOKARSA NE YAPALIM!

Yargı’nın en üst idari kurumu olan HSK üyelerinden biri aniden istifa ediyor. Bu istifa sonrası yargıda yaşananlar konusunda bir dizi perde arkası yazısı veya dedikodu çıktı. İddia o ki bu üyenin avukatlık yapan oğlu bir uyuşturucu kaçakçısının davasını almış. Tutuklanmaması için üye ve oğlunun mahkemeye baskı yaptığı ileri sürülüyor. Ortada 1,5 milyon dolarlık rüşvet lafları dolaşıyor. Olay ortaya çıkınca iktidarın ikinci ortağı partinin genel başkanının isteği üzerine üye istifa etmiş. İstifasında ise “Genel başkanının” isteği üzerine istifa ettiğini açıklamış. İlgili siyasi parti ise bu olayı “iktidar ittifakının iç işi!” olarak nitelemiş.

Olayın hangi boyutu diğerinden daha vahim? HSK üyesinin oğlunun takip ettiği dava için hâkime baskı yapması iddiası mı? HSK üyesinin oğlunun uyuşturucu kaçakçılarının davasında “takip işi” yapması mı? HSK üyesinin bir siyasi parti liderini kendisinin “Genel başkanı” olarak nitelemesi mi? İktidarın (bir ortağının) yargı sisteminin en üst noktasında ortaya çıkan böylesine bir skandalı iktidar ittifakının “iç işi” olarak görerek minimize etmesi mi?

Karar vermek zor. Her biri diğerinden beter. İnsanın gerçekten içini bulandırıyor. Yargı ve adalet sistemindeki çürümenin boyutları hakkında fikir veriyor.

Ayrıca, bu istifa “Partili HSK Üyesi” döneminin ayrıcalı özellik haline geldiğini gösteriyor. Hâlbuki HSK üyeleri Anayasaya göre “mahkemelerin bağımsızlığı ve hâkimlik teminatı esaslarına göre görev yapmak” zorundadır.

HSK üyelerinin Anayasa’yı yok sayan hâkimleri koruyan ya da tartışmalı icraatları olan bazılarını ödüllendiren, dolasıyla “anayasa ve yasaya sadakatle bağlı kalma” yükümlülüğüne aykırı kararları resmi kayıt olarak devlet arşivlerinde duruyor ve duracak.

Kemal Kılıçdaroğlu’nun “milat” çıkışı bu istifacının içine mi doğdu yoksa?

İKİ: OLMAYAN SUÇUN DAVASI!

Osman Kavala davası hakkında büyük Batı demokrasilerinden 10 devletin Ankara’da görevli büyükelçileri ortak açıklama yaptı. [Hatırlayalım, bu on ülke ABD, Almanya, Danimarka, Finlandiya, Fransa, Hollanda, İsveç, Kanada, Norveç ve Yeni Zelanda’dır.] Mealen, bu davanın evrensel olarak bilinen tüm hukuk prensiplerine aykırı olduğuna ve bu yargılama skandalına bir an önce son verilmesinin Türkiye’nin uluslararası itibarı için gerekliliğine işaret ediyorlar. AİHM kararına uygun olarak Osman Kavala’nın serbest bırakılması için Türkiye’ye çağrıda bulunulunuyorlar.

Sonra beklenen oldu. Hükûmet kanadından bu açıklamaya hemen tepki geldi. Bakanlar, AK Partililer, Meclis Başkanı sıraya dizildiler. Şentop, ‘Türkiye’de devam eden dava hakkında, TBMM’de soru sormak ve görüşme yapmak bile Anayasa tarafından yasaklanmışken, mahkemenin nasıl karar vereceğini söylemek başka ülkelerin büyükelçilerinin hakkı değildir, büyük bir haddini bilmezliktir’ diyordu. Gerek Adalet Bakanlığı gerek İçişleri Bakanlığı, asıl görülmekte olan davalara bu şekilde müdahale edilmesinin evrensel hukuk prensiplerine aykırı olduğuna ve asıl skandalın bu olduğuna vurgu yaptılar. Dışişleri Bakanlığı, “Osman Kavala’nın derhal serbest bırakılmasını” isteyen on büyükelçiyi gece vakti Bakanlığa çağırarak, “bu bizim içişimizdir, bizde yargı bağımsızdır”, “siz karışamazsınız, açıklama yapamazsınız” denildi. İçişleri Bakanı Soylu da “Çadır devleti değiliz, haddinizi bilin” tepkisini seslendirdi.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Afrika’dan dönüş yolunda uçakta kendi gazetecilerini toplamış ve onların sorularını cevaplıyor:

“Bakın şimdi AİHM bir karar almış. Bu Kavala denilen Soros artığıyla ilgili olarak Türkiye’yi adeta burada mahkum etmek istiyorlar. 10 tane büyükelçi bu açıklamayı niye yapar? Bu Soros artığını savunanlar, bunu nasıl bıraktırırız gayreti içindeler. Söyledim Dışişleri Bakanımıza, bizim bunları ülkemizde ağırlamak gibi bir lüksümüz olamaz. Türkiye’ye böyle bir ders vermek haddinize mi sizin? Kimsiniz siz? Neymiş? Kavala’yı bırakın. Sen kendi ülkendeki haydutları, katilleri, teröristleri bırakıyor musun? Amerika’sı, Almanya’sı, hangisi böyle bir şeyi şu ana kadar yaptı? Yapmadılar ve yapmazlar. Konuştuğu zaman sana verecekleri cevap şudur, “yargı bağımsızdır”. Sizde yargı bağımsız da bizdeki yargı bağımlı mı?”

Evet, soru bu… Bizde yargı bağımlı mı? Anayasa’nın 132. Maddesi açık: “Hakimler, görevlerinde bağımsızdırlar; Anayasaya, kanuna, hukuka ve vicdani kanaatlarına göre hüküm verirler. Hiçbir organ, makam, merci veya kişi, yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hakimlere emir ve talimat veremez; genelge gönderemez, tavsiye ve telkinde bulunamaz.”

Erdoğan’ın hüküm almamış bir kişiye, süren bir davadaki sanığa yönelik, “haydut”, “katil” nitelemesi, yargıya telkin, tavsiye ve müdahale midir? Hiç tartışmasız. O zaman bizde yargı bağımsız mıdır?

“Soros artığı” gibi tanımlamalarını geçiyorum.

Türkiye gibi bir ülkenin Cumhurbaşkanlığı makamına seçilmiş bir kişinin daha sofistike olmasını beklerdim ama bunun boş bir bekleyiş olduğunu artık biliyoruz.

Bu elçileri misafir etmek zorunda değiliz deniliyorsa bunun yolu kendilerini ülkelerine göndermekten geçiyor. Diplomasinin alışıldık mütekabiliyet ilkesine göre de ertesi gün Türkiye’nin tüm bu ülkelerdeki büyükelçilerinin de “Persona non grata” yani “istenmeyen kişi” ilan edilmesini beklemek gerek. Bunları sanki olurmuş gibi anlatıyorum ama söz ülkenin Cumhurbaşkanı’nın ağzından çıkınca ciddiye almak gerek.

Doğrusu bu çok iddialı bir tavır, büyükelçiler gerçekten gönderilecek mi bekleyip göreceğiz.

Hemen belirtelim, hiçbir ülke ve temsilcileri Türkiye’ye ayar veremez, yargıya talimat, hatta telkinde bulunamaz. Büyükelçilerin da bunun farkında olmadıkları söylenemez. Artı, onların bu girişimi, ülkelerinden bağımsız yapmış oldukları da söylenemez. Eğer bu on ülkenin koyduğu tavır, yakışık almayan bir durum doğurmuşsa bunun kusuru onların değil, Türkiye’deki AKP iktidarınındır. Demokrat Türk kamuoyu da bu gerçeğin gereğini yerine getirip bu on ülkeden yana tavır koymalıdır. Zulümde ulusal çıkarımız yoktur. Ulusal çıkarımız demokrasiden yanadır.

ZULMÜN YERLİ VE MİLLİ MAZERETİ OLMAZ!

AİHM kararında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yargılanmakta olan Osman Kavala’nın tutukluluğuna ilişkin sözleri naklediliyor, Kavala’nın siyasi etkilerle tutuklandığı kaydediliyor! (AİHM, no. 28749/18, paragraf 172 ve 210). Bir yüksek mahkeme daha ne desin? Daha nasıl ifade etsin? “Adam açıkça suçsuz“ diyor. “Adam hakkında benzer suçlamalarla başka sözde ve yapay davalar açmayın; adamı derhal salıverin!” diyor. Hem de bunu ilgili dairesi de, en üst büyük dairesi de söylüyor. Karar kesin ve bağlayıcı. Anayasamızın 90. maddesine 2004’te eklenen hükümle bu mahkemenin kararlarına uymayı taahhüt etmişiz. Hatta bu mahkemenin kararlarına dayanak olan uluslararası sözleşmenin (AİHS) kanunlarımızdan bile üstün olduğunu kabul etmişiz.

Türk mahkemeleri bu karara uymak zorundadırlar ama uymamışlardır. Türk yargısı bağımsız olduğundan değil, bağımsız olmadığından böyle davranmıştır. Şimdi AİHS’de imzası bulunan devletlerin Türkiye’den bu hususu istemeleri hakları ve ödevleridir. Türkiye’den Kavala’nın tutukluluk haline son verilmesini isteyen on devlet haklı, Türkiye haksızdır.

Türkiye, kendisini insan hakları, demokrasi, hukuk devleti alanlarında eleştirenlere hadlerini bildireceğine, insan hakları ve hukuk devleti ilkelerine saygılı, demokrasiyle yönetilen bir devlet olmak yolunda çaba gösterse, uluslararası konumu çok farklı olurdu.

Hukuk özürlü ülke” olmanın bedelini, kişilerin yaşadığı hukuksuzlukları “bize dokunmayan yılan bin yaşasın” genel yaklaşımıyla ıskalasak bile, ekonomide ödüyoruz zaten. Her yerden feryat yükseliyor “En önce hukukun üstünlüğü, en önce öngörülebilir ülke olmak, en önce adalet” diye…

Hak ve Hukukunu tanımayan bir topluma dönüşmenin geri dönülmez eşiğindeyiz. Gayrı, bundan büyük bir beka meselesi de olamaz…

Siyasal güç ne pahasına olursa olsun diyerek kazanılacak ve korunacak bir değer değildir. Sınırları vardır ve o sınırlar aşıldıktan sonra elde edilecek güç asla bir siyasi başarı sayılamaz.

 

Osman Kavala’nın dört yıldır hapiste tutulması zulümdür. Zulmün de yerli ve milli mazereti olmaz. Zulmün, bir zamanlar bu ülkenin halkı tarafından seçilmiş olanlardan (o konuda da artık milli iradenin desteğini de kaybettiği rahatlıkla söylenebilir) sadır olması onu meşru kılmaz. AKP’nin ardında bir ara var olmuş olan milli destek, ona iki kere ikiyi beş ilan etme yetkisini vermez. O destek olsa da olmasa da iki kere iki dörttür. Nokta!

 

Bu durum karşısında ülkemizdeki tüm siyasi ve hukuki aktörlerin tarihsel sorumluluklarının bilincinde hareket etmesi, bu çöküşün engellenmesi için, Shakespeare’in Hamlet’ini hatıtırlayıp, Dur ! Demesi, büyük önem taşıyor;

vakti de çoktan geldi de geçiyor.

 

 

RELATED ARTICLES

Yorum Yaz

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

EN SON HABERLER