Modern felsefenin mimarı kabul edilen Alman filozof İmmanuel Kant, 1784’te kaleme aldığı Aydınlanma Nedir? başlıklı yazısında şöyle der:
“Aydınlanma insanın, kendisinin sorumlu olduğu vesayet durumundan kurtulmasıdır. Vesayet durumu insanın, bir başkasının yönlendiriciliği olmadan kendi mantığından ve aklından yararlanamamasıdır. Bir akıl ve mantık yetersizliği değil de başkasının yönlendiriciliği olmadan karar alamama ve cesaret gösterememe durumu söz konusu olduğunda insan bu vesayet durumundan kendisi sorumludur. Sapere aude (Latince: Bilmeye cesaret et!) Kendi aklını kullanma cesaretini göster!”
“Okumuş adam”, “kültürlü adam”, “kafa emekçisi” (doktor, avukat, öğretmen, yönetici vb.) ile “aydın” arasında kalın bir duvar vardır. Pratik bilgi teknisyenleri diyebileceğimiz beyaz yakalılar diplomalarının sağladığı bilgiyi satarak hayatlarını kazanırlar. “Aydınlık”, hayat kazanma tarzı olmadığı için bir meslek değildir. Bir toplumsal tiptir aydın. Aydın, pozitivizm ve aydınlanma çağının ürünü olan bir tiptir: İnancı (imanı) değil, mantığı ve düşünceyi seçmiştir, deney ve eleştiriyi seçmiştir. Genel anlamda, aydın kişi, ilkin çağına ve insanlığa karşı duyduğu sorumlulukla demokratik düşünce taşıyan kişidir. Fakat bu da yeterli değildir. Aydın kişi, tanık olduğu haksızlık karşısında susmanın ve eylemsiz durmanın haksızlıktan daha büyük suç olduğunun bilincindeki kişidir. Bu, aydının sadece düşünmekle yetinmeyen, aynı zamanda onun eylemci kişi olduğu anlamına gelir. Aydın kişinin, risk tartma terazisi yoktur. Vicdanının sesi, korku, kişisel hesap gibi ölçüler tanımaz. Sisteme karşı eylemli muhalif tutum, aydın kimliğinin olmazsa olmazıdır. Bu tanım doğrultusunda kendi ülkemiz koşulları içinde aydın kimliğine baktığımızda sistemin yarattığı, kendi tarafına dönüştürdüğü, zihinde aktif, reel hayatta pasif, baskı altında tutulduğu bir durumla karşı karşıya olduğumuzu söyleyebilirim.
Böyle bir toplumsal yapıdan, Fransız düşünür Julien Benda’nın deyişiyle; “Benim krallığım, bu dünyanın krallığı değil” diyen; yani “maddi avantajlar edinme, dünyevî güçlerle yakın ilişkiler kurma” gibi kaygılardan uzak ‘hakikatperest’ aydınlar çıkmaz. Ya ne çıkar? İtalyan sosolog Antonio Gramsci’nin deyişiyle “Bir deterjan ya da hava yolu şirketinin pazardan daha fazla pay kapmasını sağlamak için teknikler geliştiren günümüz reklamcısı ya da (…) demokratik bir toplumda olası müşterilerin rızası nı kazanmaya, tüketicinin ya da seçmenin düşüncelerini yönlendirmeye çalışan” organik aydınlar çıkar!… En önemlisi, böyle bir toplumda ‘eleştiri’ olmaz. Eleştirinin olmadığı yerde aydın veya entelektüel olmaz, düşünce gelişmez! Çünkü Cemil Meriç’in dediği gibi; “entelektüelin ilk vasfı tenkitçiliğidir”.
Cemil Meriç’in Hilmi Ziya Ülken için söylediği şu sözler; aslında bir aydında bulunması ve bulunmaması gereken vasıflara işaret eder. Meselâ der ki: “Hangi haksızlığa dur dur diye haykırdı?” Demek ki aydın, haksızlığa dur diyebilendir. Der ki; “Maziye ihanet etti, istikbali kuramadı.” Demek ki aydın mazisine ihanet etmeyecek, gelecek inşa etmeye çalışacaktır. Der ki; “Yetmiş yıllık hayatında tek kavga yoktur. Hiçbir soyguna katılmadı, doğru. Ama, kırk haramilerin bahşişleri ve sadakalarıyla yaşamadığını ileri sürebilir miyiz?” Demek ki aydın gerektiğinde kavga edecektir. Soyguna katılmamak yetmez, kırk haramilerin bahşiş ve sadakalarını da reddetmelidir. Ve sonunda şunu söyler: “Bir çağın kurbanı oldu, çağın ve kendi zaaflarının”. Demek ki aydın, çağın ve kendi zaaflarının kurbanı olmamalıdır…
İSLAMCI AYDIN ZÜMRESİNİN OLMAYIŞI
Bugün Türkiye’nin ve tüm İslâm dünyasının en büyük problemlerinden biri, kelimenin tam manasıyla “ebedi hakikat ve adalet standartlarının bayraktarlığını yapan”, maddi avantajlar edinmek ve dünyevî güçlerle yakın ilişkiler kurmak gibi dertleri olmayan, hakikat, adalet uğruna her türlü iktidarla karşı karşıya gelmekten; sorgulamaktan ve eleştirmekten çekinmeyen bir aydın zümresinin olmayışıdır… Müslüman Şark’ın yozlaşma ve çöküş sürecinde ortaya çıkan, fikrin belli kalıplar içinde hapsolması ve adeta donması, lider kültü, farklı fikirlere meydan vermeyen otoriter yönetim biçimleri ve yanlış din anlayışları, ne yazık ki aydın tavrın neşv ü nema (gelişim) bulmasına imkan tanımadı, tanımıyor… Bundan dolayı ülkemizde ve günümüz İslam toplumlarında rağbet gören insan tipleri, eleştirip sorgulamadan “biat” eden ve “uslu, uysal bir bende” olarak, sürü mantığı içerisinde saldırarak, Cemil Meriç’in deyişiyle “kurulu düzeni savunmak” için “koro”da hizaya girenlerdir…
Daha da vahim olanı, çıkar odaklı bu davranış biçimi ideolojik bir akılla temellendirilerek, zulümler ve adaletsizlikler karşısında sessiz kalmanın gerekçesi haline gelmiş olmasıdır. Maalesef başkalarını dinlemek ve anlamak gibi bir derdi bulunmayan günümüzün İslamcı aydınları adalet ve merhamet duygusuna da tümden yabancılaşmış bulunmaktadırlar.
Bugün gelinen noktada İslamcı aydınların, siyasi otoriteye sadakat bağlamında İslam’ın evrensel mesajını ‘resmileştirme’ gayreti içinde olmaları trajik bir durumdur. Zira bu aklı ve irfanı ortadan kaldırarak, insanlığın selameti için kullanılması gereken dini araçsallaştırmanın en pespaye bir durumudur.
Kayıtsız şartsız itaati ve nesneleşmeyi seçen Müslüman aklının, entelektüel bir çaba harcamadan zihninin özgürleşmesi mümkün olmadığı gibi toplumsal anlamda ülkeye bir fayda üretmesi de ne yazık ki mümkün değildir.
Eğer bir toplumda otoriter zihin yapısına karşı eleştirel bir tavır alması gereken aydınlar, iktidarın popülizm ve hamaset dilini seçer hale gelmişlerse o toplumda kutuplaşma ve ötekileştirmeler kaçınılmaz hale gelecektir.
Bunun en bariz örneği, son günlerde ülkenin gündemini işgal eden, değerli İslam alimi Hayrettin Karaman Hoca’nın iktidar fetvalarıdır. Hayrettin Hoca geçmişte yenilikçi düşüncelere öncülük ediyordu, bugün ise ilahiyat dünyasında siyasi tavırlarıyla ön planda… Haksızlıklar, yolsuzlukluklar, zulümler ve adaletsizlikler karşısında; Cemil Meriç’in deyişiyle “kurulu düzeni savunmak”, iktidarda kalma ve onu koruma anlayışı üzerine bina edilen fetvalardan da anlaşılıyor ki, bize dinin siyasi iktidar kavgasında araç olarak kullanılabileceğini önermektedir.
“HAKSIZLIKTAN, YOLSUZLUKTAN ŞİKÂYET ETMEYİN” DİYEN BİR HOCA!
Hayreddin Hoca yıllardır Yeni Şafakta yazılarını izlediğim, ülkemizde yetkin bir fıkıh profesörü olarak varlığını önemsediğim insandır. Ancak iktidarla alakalı duruşunu problemli bulduğumu belirtmeliyim.
Problem şurada ki, yazılarında açıkladığı fikirler “Dinin görüşü” olarak algılanıyor, iktidarı savunma konumu da, dini iktidarın yedeğine koyuyormuş algısına yol açıyor. Muhalefeti “düşman” diye niteleme tutkusuyla bırakın hukukun inceliklerini, insan vicdanının kabul edemeyeceği yanlışlara bile destek veren bütün yazılarının listesini yazacak değilim. Sadece mart ve haziran 2019 yerel seçimlerinden önceki üç yazısıyla birlikte 26 Eylül 2021 tarihli son yazısını hatırlatmakla yetineceğim.
Hayreddin Hoca 14 Mart 2019 yazısında diyor ki: “Ahlakçılar da 17 ve 25 Aralık arifesinden beri yolsuzluk, hırsızlık, rüşvet, adaletsizlik ve liyakatsızlıktan yoğun bir şekilde söz ediyorlar (Sanki bunlar daha önce yok idi!)… Bunlar ahlakı istismar ediyorlar. Ortada fol yok, yumurta yok, işleri güçleri olanı abartarak ve ikna edici bir alternatif de sunmadan mevcudu yıkmaya uğraşmaktan ibaret.”
13 Haziran 2019 tarihindeki yazısında : “… Asıl maksadım, yalnızca doğruyu söylemenin yetmediği ve her zaman caiz olmadığı… Düşmanın, zalimin, kötü niyetli kimselerin işine yarayacak doğruyu söylemek fazilet değildir… zulmü engellemek için… şahsın yalan söylemesi, mazlumun yerini söylememesi farzdır ve bu gibi durumlarda Doğrucu Davutluk etmek caiz değildir.”
14 Haziran 2019 tarihindeki yazısında: “… Ahlak, liyakat, adalet, hakkaniyet bakımından arızalar, eksikler, çürüklükler oluyor, iyi niyetli bazı insanlar da… Doğrucu Davutluk adına olur olmaz zamanlarda biraz da abartarak ve genelleme yaparak şikayetlerini yayıyorlar. Dostlar, ‘Dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan olmak’ akla ve hikmete uymaz. Savaş sırasında âdî suçluların cezası infaz edilmez ve biz zalimlerle savaş halindeyiz. Doğrucu Davutluk adına düşmana fırsat vermek ve bindiğimiz dalı kesmek de makul ve meşrudur diyemem!”
Ve bu dediklerinin arkasında durarak görüşlerini tekrar ettiği 26 Eylül 2021 tarihli son yazısı: “Benim, Sayın Erdoğan ve kadrosunun iktidarı hakkındaki yaklaşım, görüş ve yazılarımı eleştiren bazı kimseler ile son günlerde WhatsApp’ta yaptığım yazışmalardan bir karşılıklı konuşma tertip ettim. Daha fazlasının peşinde koşarken elde edilmiş kazanımları kaybetme hesapsızlığından sakınılmalı. Yolsuzluklar!… Bu eksikler, aksaklıklar, suiistimaller, nefse mağlup olmalar, mal-kadın- mevki imtihanını kaybetmeler, vazifeye… yoksul başlayıp haram-helâl demeden zengin olmalar… yirmi yıldan beri değil, bin yıldan fazladır var! Eski zamanlarda bunları dile getirenlerin dillerini kesiyorlardı, şimdi hiç değilse yalnızca uçlanma yolu tıkanabiliyor. Önünüze kurtlu bulgur koysalar pirinci aramaktan vazgeçip bunu yer miydiniz? Yemeyince açlıktan öleceksem daha temizini buluncaya kadar yerdim. Hayatta kalınca da temizlemek için elimden geleni yapardım. Yaparken de iyi olanı da görür ‘Bu iyi’, kötü olanı da görür ‘Bu kötü’ derdim. Bunu derken de uygun üslup, zaman ve mekânı seçerdim.”
Ne anlayalıyız şimdi bundan? Yolsuzluklar, haksızlıklar eskiden de vardı. Zulümle savaş da dünya durdukça bitmeyecek. E muhalefet de din düşmanlığı, eleştiri ve şikayet de zulüm sayılınca… Demek ki yanlışa yanlış demeye hiç sıra, yolsuzluk gibi “adi suçlar”ı yargılamaya hiç uygun zaman gelmeyecek. Öyleyse “çürük gemi” ve “kurtlu bulgur”la yetinmeye devam, şikayetçiler de dillerinin kesilmediğine şükretsin. Öyle mi!
Son sözü sosyal psikolog, fikir adamı ve yazarımız merhum hoca Erol Güngör’e bırakıyorum:
“İslam aydınlarının kendilerini yıpratan, enerjilerini büyük ölçüde boşa çıkaran siyaset çekişmelerinden mümkün olduğu kadar uzakta kalmaları, günlük hadiselere tepeden bakarak kalıcı çözümler üzerinde kafa yormaları gerekiyor. Herhalde bu davaya en büyük kötülüğü yapanlar, onu günlük siyaset kavgalarında taraflardan biri haline sokmaya kalkanlardır…”